antiklopedi – Motivasyon ve Bilgi Sözlüğü
yeryüzü doktorları, bir grup gönüllü doktor, sağlık çalılanı ve yardımsever i̇nsanlardan oluşmaktadır. dünyanın heryerindeler... emin olarak özellikle ramazan ayının fitre, zekat ve fidyelerinizi gazze'de ki mazlum, aç, perişan insanlar için yapabilirsiniz. allah hayrınızı kabul etsin...

(bkz:https://www.yyd.org.tr/tr/projeler/gazze-krizi?fbclid=iwar2fm_rclgac023jsgfvj9eulgubwesnufjtmq6zwtsatnk5jix_rtxqcqg_aem_awr4vtlv_e7oktg7dsgu6-3rpwgfsiutywqr65vgaqf8xnxmfpr5xo7t3vnlmmvnybe9olzbxkjfhq-eqbzssyk_)
aslında hayır! ekonomide sıkıntılar olabilir, tüm dünyada böyle bir sorun var. Sorun ekonomimizde sıkıntı olması değil, sorun hükümetin piyasayı maaş zamlarıyla kontrol edebileceğini düşünmesi, sorun halk aşırı yüksek kiralarla savaşıp evine 1 kilo et alamazken, cumhurbaşkanı recep tayyip erdoğan'ın çıkıp ekonomimizde hiçbir sıkıntı yok demesi, sorun erdoğan'ın il, ilçe, bakanlık ve milletvekillerinin yönetimini kaybetmesi, sorun ak partililerin halk onca sıkıntı yaşarken devletin tüm imkanlarını kendilerine sağlayarak güllük gülistanlık bir şekilde insanlarla dalga geçer gibi yaşaması, sorun bu ülke benim sayemde var.

siz halk olarak böceksiniz kibiri ile normalde 2 tane tavuk versen besleyemeyecek insanların biryerlere gelip ne oldum delisi olması ve insanlara yukardan bakmasıdır. i̇şte ak parti yani erdoğan tamamen bunlardan kaybetti.
ak parti'nin seçim çalışmalarını şöyle izliyorum ama şaka gibi bir durum söz konusu... malum ekonomi bitik durumda, paramız dünyadaki en değersiz paralardan birisi oldu. i̇nsanların özellikle emeklilerin, asgari ücretlilerin maaşları kiralarını karşılamıyor. ama o kadar mutlu o kadar mutlular ki sanki benim açlıktan nefesim kokuyor, sanki ben borçlarımı ödeyemiyorum, neredede zengin varsa şikayetçi ve mutsuz çok garip bir döngü içerisinde yaşıyoruz gerçekten akıl erecek gibi değil
i̇letişim yayınları, s.9-11

varsa yoksa melahat’ın sıpaları...
bizimkiler çocuk değil mi? kaya kovuğundan mı çıktılar? ama melahat’ı bu hâle getiren kayınbabama kızarım ben. sanki biz gelin değiliz. sanki bizim hizmetimiz boşunadır. aynı kahveyi ben yaparım, kayınbabam bıyığının altından zar zor bir “hımm” sesi çıkarır. melahat yapınca, “kızım bu kahveyi nasıl yapıyorsun, elinde tılsım mı var senin?” der. bir de lafı var meşhur: “eşeği yoldan çıkarır sıpanın oynaması, ehlikeyfe keyif verir kahvenin kaynaması.” hay kahven kaynamaz olsun, ne diyeyim... biz aynı avlunun içinde üç eviz. kaynanam ve kayınbabam bir evde. eltim melahat, kaynım cevahir bir evde. sonra da biz geliyoruz işte. kayınbabam bağ-kur emeklisi. ne kadar maaş aldığı bize meçhul. kaynanamın zaten bir gözü toprağa bakıyor. emir gelse o saat serilecek kara toprağa. eltim melahat üç tane eniğinin peşinde ağzında sakız akşama kadar avarelik eder. kaynım ise güya ticaret yapar. beşe alıp üçe satmayı maharet beller. benim kocam ferhat ise almanya’dadır. orada çalışır bize avro gönderir. bu koskoca avludaki üç ev onun eline bakar. benim de iki tane yavrum var, allah hepimizinkini bağışlasın. esasen bu avludaki geçim düzeninin dümenini bizim herifin almanya’dan doğruca kayınbabama gönderdiği paralar çevirir ve bu halde benim azıcık da olsa bir hürmet görmem lazım değil midir? ama yoook! benim adım sanım hiç geçmez. varsa yoksa kaynım cevahir ve onun uyduruk karısıyla üç tane sıpası affedersiniz. önce onun çocuklarına bayramlık alınır, sofrada onun çocukları büyüklerin arasında karnını doyurur, benim çocuklarım mutfakta yer. neymiş efendim melahat’ın çocukları kalabalık içinde yerlerse iştahları oluyormuş. bizim çocuklar da besleme çocuklar gibi ayrı yerde yesinler kimsenin gıkı çıkmaz. ama benim çıkar. hem de nasıl çıkar. kayınbabama dedim ki: “benim yavrularımı öksüz, yetimler gibi mutfağa salıyorsun da onun çocuklarını sofrada başköşeye koyuyorsun, bilmiyor bellemeyin. ben bunları ferhat’a bir bir sayacağım.”
kayınbabamın yüzü kırışmadı bile. hatta belki biraz güldü bıyıkaltından. neden güldü? çünkü benim kocam olacak ferhat tek çift laf etmez anasına, babasına, abisine... yani benim arkam yok. arkam olsa ferhat, adı gibi dağlar kadar dursa arkamda, bak bu kayınbabam böyle şeyler edebilir mi? melahat bu kadar şıkır şıkır gezebilir mi ortada? büyük oğlum alper okul çağına gelmeden evvel gazeteden haber okumaya başladı. matematikte de bir tek bölme yapamaz, gerisine zehir gibi aklı yeter. i̇şte bu haldeyken bir de heyecanlanır. “ana ben ne vakit okula gideceğim acaba?” diye sorar yavrum. “günü gelince seni elimle yazdırırım yavrum,” der, gönlünü alırım. melahat’ın da büyük oğlu okula yazılma çağına geldi. fakat çocuk babası cevahir’e çekmiş, üçün beşin hesabını karıştırır. okumayı bırak “a” harfini yaz desen bacakları yukarıya doğru yazar... bir gün sofradayız. kayınbabam keyifli keyifli dişlerini karıştırıyor. artık bu yavruyu okula yazdıralım da okusun kurtarsın kendini diyerek melahat’ın oğlunun başını okşadı. benim etime sıcak demir değdi sanki. “alper’in de yaşı geldi dedesi. onu da yazdıralım. el ele tutuşur giderler,” dedim. kayınbabamın yüzü düştü.
“kızım iki çocuğu birden yazdırmayı bu kese kaldırmaz. hele biri başlasın ötekini de seneye yazdırırız. geçim kolay değil,” demez mi? başımdan aşağı kaynar sular döküldü. sıçradım kalktım sofradan. ağlamak istiyorum ama boğazıma bir yumruk geldi oturdu. bu nasıl iş? hem benim kocamın gönderdiği paraları yiyeceksiniz hem de benim çocuğumu okula yazdırmaya gelince yan çizeceksiniz. olur mu böyle? ben okul meselesini kafama taktım. herkese bir bir küstüm. evde işlere karışmadım. sofra kurmadım. kahve kaynatmadım. temizliklerine bakmadım. “her işi has gelinleri melahat yapsın,” dedim. olanı biteni ferhat’a telefonda anlattım. ama hırsım geçmedi. telefonda ferhat “he hı”yla savuşturdu beni. ben yerimde duramadım. elinden tuttum alper’i, okula vardım. “müdür ile görüşmem lazım,” dedim. müdürün kapısında beklerken hırsımdan ağlayacağım. kayınbabama pek öfkeliyim fakat en çok da ferhat’a, bizi ayak altına verdiği, ezdirdiği için kızıyorum. müdür çok bekletmedi aldı beni içeriye. makam odasının ağırlığı mı çöktü nedir, beni bir ağlama tuttu ki sormayın. i̇yice höykürerek ağladım müdürün odasında. sonra da ağzıma geleni saydım, döktüm. olanı biteni bir bir anlattım müdüre. i̇nsan evladıymış beni usul sakin dinledi. sonra alper’in eline, “oku oğlum,” diyerek verdim bir şeyler. alper okudu. bir-iki tane de hesap sordum, hepsini yaptı.
çevirmen: seda çıngay mellor, holden kitap, s.9-14

thomas hovington arka avlusunu yürüyerek geçtiği sırada bir ses duydu, taşıdığı yem torbasını yere atıp büyülenmiş gibi kalakaldı. yeryüzünün bağırsaklarından, ayaklarının altında bir yerlerden geliyormuşa benzeyen ilginç bir sesti, dişlerinde hissettiği ve arkasındaki pencerelerin verniksiz camlarını zangırdattığını duyduğu boğuk bir gümbürtüydü. hovington hareketsiz dururken ses yine geldi, akarsu kolunun altında bir yerden geliyordu, toprağın içindeki bölmeli koridorlarda kocaman yuvarlak taşlar yuvarlanıyordu ya da dünyanın içindeki boşluklarda şiddetli bir fırtına kopuyor, şimşekler görünmeyen, koyu renkli, yana yatık ve rutubetli gömütleri aydınlatıyor, dünyanın yüzeyi gök gürültüsünün yankılarıyla titreşiyordu.
hovington verandanın kenarına dönüp tereddütle oturdu ve onca zamandır sıradan kabul ettiği sert toprağa baktı. o sıralarda yirmili yaşlarındaydı, henüz beli bükülmemişti. daha kısa bir süre önce kaçak içki işine başlamıştı, o yüzden çocukluğundan kalma müphem birtakım dinsel hatıralar ona sıkıntı veriyor, ilahi cezaya dair emareler aramasına yol açıyordu. bir işaret olabilirdi bu. bir ikaz.
öyleyse, bu söz konusu uyarı hiçbir yanlış anlaşılmaya mahal bırakmak istemiyordu. bir daha duyulduğunda sanki bir kamyon dolusu dinamit patlamış gibi ses çıktı, akarsu neredeyse anında kabardı, hava suyla ve uçuşan taşlarla doldu. “tanrı’nın laneti,” diye bağırdı hovington. kollarını başının üstüne kaldırdı, taşlar gitgide artan şakırtılarla çatıya düşer, derenin dibinden hakiki bir kireç tabakası yekpare bir levha halinde yükselip yarım otomobil büyüklüğündeki taş parçaları halinde batarken, o da çılgınca hoplayıp zıpladı. bir su sütunu havaya fışkırdı.
hovington, savunmasında gedik bırakmamak için umutsuzca bir çabayla kâh dua edip kâh küfürler yağdırarak verandada büzüldü kaldı. bir kaya tozu bulutu kayıp yer değiştirdi, suların içinde dağıldı, bahar deresi gözle görülür biçimde derinleşmişti. bir süre sonra sular yeniden alçalmaya başladı ve ortalık büyük bir sessizliğe gömüldü.
hovington cesaretini yeteri kadar toplayınca taşların arasından süzülerek dereye gitti. evinden elli metre kadar ötede toprak yarılıp bir uçtan diğerine iki buçuk, üç metre genişliğinde bir baca halinde açılmıştı. tozlaşmış taşlardan bir pus hâlâ havada salınıyordu.
hovington barutumsu bir şeyin kokusunu alabiliyordu. kükürt, dedi nefes nefese. çukurun yanlarından içeri baktı. pürüzsüz taşlar baş döndürücü bir şekilde ta derinlere dek uzanıyordu, karanlıktan başka bir şey yoktu aşağıda. hovington çukura bir taş attı, taşın açıklığın kenarlarından seke seke zifiri karanlığa indiğini duydu ama dibe çarptığını duyamadı.
kestane ağacından kazıklar kesti, deliğin etrafında bir buçuk metre yüksekliğinde bir çit kurdu. önceleri bacadan hiç ses gelmiyordu ama hovington birkaç gün sonra toprağın ta derinliklerinden bir mırıltı geldiğini duymaya başladı: duyabilmek için iyice kulak kabartmak gerekiyordu ama uzaklardan belirsiz bir ses geldiğine kuşku yoktu. kimileri sesi bir arı oğulunun vızıltısına benzetti, diğerleri sadece yeraltı sularının sesidir diye fikir yürüttü. hovington onlara insan sesi diyordu. kötü şeyler olacağına dair bezgin bir önseziyle hovington’la konuşuyorlardı ve adam yeteri kadar dinlediğinde sesi farklı tonlara ayırabiliyordu, puan ve kontrpuan, soru ve cevap. bu ilginç insanların neler hakkında konuştuğunu, kendilerini hangi dille ifade ettiklerini merak ediyordu.
nathan winer vilayetin yerlisiydi, mesleği marangozluktu, ek iş olarak da biraz çiftçilikle uğraşıyordu. bir karısı, kendisi gibi nathan ismini taşıyan ve şimdiden ona çok benzeyen yedi yaşında bir oğlu vardı.
“hayatını kimsenin işine burnunu sokmadan yaşa, o zaman başka kimse de senin işine burnunu sokmaz,” derdi hep oğlana.
ama başkasının işine burunu sokmama düsturuna rağmen 1932 baharında dallas hardin’i bulmak için hovington’ın evine gitmek zorunda kaldı; milletin anlattığına bakılırsa dallas hardin denen bu adam hovington’ın evine taşınmış, kaçak içki işine ve yine anlatılanlara göre hovington’ın karısı pearl’e çökmüştü.
hovington’ın sağlığı son bir yılda öyle kötüleşmişti ki adam yatalaktı artık. omurgası, ulu tanrı’nın dövülebilir bir sıcaklığa gelene dek kızdırdığı, sonra ellerine alıp gönlüne göre büktüğü bir maden parçası gibi çarpıktı. kendi başına bir yandan diğerine bile dönemiyordu. onu öldürecek olan hastalık çoktan içinde yuvalanmıştı. gündüzleri, avlunun ötesindeki yoldan gelip geçenleri görebileceği pencerenin yanında kıvrılıp yatıyordu. geceleriyse camda lambanın ışığıyla yansıyan kendi görüntüsünü ve fondaki kasvetli odayı görebiliyordu.
evin dört odası vardı. hovington’ın uyuduğu (daha doğrusu yaşadığı), siyah saçlı kızınınsa gündüzleri kanepe vazifesi gören katlanır bir ordu yatağında yattığı uzun ön oda. bir mutfak. hardin’le hovington’ın karısı pearl’ün uyuduğu yatak odası. ivır zıvırın durduğu ve hardin’in stokladığı bira kasalarıyla şaraplar için mahzen olarak kullanılan bir oda.
hardin tam kapı hafifçe vurulduğu sırada elinde bir gaz lambasıyla mutfaktan çıktı. lambayı dikiş makinesinin dolabının üstüne koyup kapıyı hafifçe araladı. yağmurlu gecenin rüzgârı alevi titretti, ışık lambanın camının içinde küçülüp dalgalandı, sonra düzeldi.
“seninle konuşmam lazım hardin,” dedi winer. gaz lambasının ışığı altın kaplama iki dişin üstünde pırıldadı.
“o zaman yağmurda durma, içeri gel.”
“dışarıda konuşmak istiyorum.”
hardin kapının yanındaki çividen şapkasını aldı, çamurlu avluya çıkıp kapıyı arkasından kapattı. yağmurun altında ceketsiz bir halde durdu.
“neymiş o illa yağmurun altında söylenmesi gereken şey?” diye sordu.
“sana bir diyeceğim var,” dedi winer. ayaklarını birbirinden iyice ayırmış duruyordu, elleri paltosunun ceplerinin derinliklerine sokulmuş, başı biraz geriye eğilmişti, mahvolmuş şapkanın altında yüzü sert ve küstahtı.
“viskinin hâlâ benim arazimde olduğunu fark ettim, onu söylemeye geldim. bak, istersen götünden damlayana kadar viski yap, umurumda bile değil ama benim arazimde yapma. aynasızlar o imalathaneyi bulursa benim gırtlağıma çökerler, senin değil.”
“ben de öyle olacağını düşünmüştüm zaten,” dedi hardin.
“yıktın mı?”
“hem de nasıl, yerle bir ettim. viskiyi de döktüm.”
“bak hele, onu yapmayaydın.”
“niyeymiş allah’ın belası herif? ağzına sıçtığımın fıçısı o kadar ağır olmasaydı getirir ön bahçene atardım. kim olduğunu da nereden geldiğini de bilmiyorum. burada hovington’ın sırtından ne işler çevirdiğini de bilmiyorum. ama sana şu kadarını söyleyeyim. bana bulaşma. o meredi yine arazimde bulacak olursam, seninle külahları değişiriz.”
hardin’in yüzü, cildi birdenbire gerilmiş gibi göründü. “yarıcılık yapan bir hödükten hayatımda emir almış değilim, artık buna başlayamayacak kadar da yaşlandım.”
winer, hardin’i gömleğinin önünden yakaladığı gibi salladı, onra sert bir şamar indirdi, ondan sonra da sırtüstü çamura devirdi. hardin düşerken sarhoş bir kuşa benzemişti, bacakları ağırlığını taşımayacak kadar inceymiş gibi çarpılmıştı. oturdu, tabancasını çıkarmaya çabaladı. winer onun ne yapmaya çalıştığını görüp hızla üstüne gitti, bıçağını çıkarmıştı, sol eli sustanın düğmesindeydi, hardin tam o sırada onu sol gözünden vurdu. winer, birden kesilen bir ipin ucundan sarkan bir şeymiş gibi dümdüz öne doğru düştü, hardin’in vücudunun üstüne yığıldı, hardin’i bir an için yattığı yere mıhlayan kurşun gibi bir ağırlıktı. hardin küfürler yağdırarak onu itti, winer’ın kanının yan tarafından akıp giysilerinin içine sızdığını hissedebiliyordu. çırpınarak vücudun altından çıktı, ayağa kalkarken kanlı gömleğini yırtarak çıkardı.
yağmura doğru eğilerek durdu, elleri dizlerindeydi, vücudunun yan tarafları körük gibi inip kalkıyordu. kapı aralandı, sarı ışık avluya döküldü, o ışıkta yağmur dikine ve gümüş rengi yağdı.
“dallas?” dedi pearl.
hardin yağmurun tenekeyi dövdüğünü duyuyordu. bıçak yarı açık halde ayaklarının dibinde, çamurda yatıyordu. “kapat şu kapıyı ulan,” dedi. işık kayboldu. hardin bıçağı yerden aldı, pantolonuna sildi. kapatıp cebine attı, doğruldu, ne yapacağını düşünmeye çalıştı.
ağlayan göklerden soluk bir ışık. bu ışıkta winer’ın yukarı dönük yüzü, sağ gözü hiç kırpışmadan dimdik yukarı bakıyor, soluysa kara bir delik, uzun saçları yere yayılmış çamurda kayıyor, başı kaygan avluda kamçı izine benzeyen izler bırakıyor. ağzı hafifçe aralık, altın dişlerden bir parça ışıltı yayılıyor.
hardin onu ayaklarından yakaladı, bir bacağını bir kolunun, diğerini de öbürünün altına sıkıştırıp avluda geri geri dereye doğru yürüdü. winer iriyarı bir adamdı, hardin birkaç dakikada bir durup dinlenmek, nefesini toparlamak zorunda kalıyordu. ölü adamın ayaklarının üstüne doğru çömelerek dinleniyor, araba farı var mı diye yolu gözlüyordu. sonra doğrulup bacakları yeniden yükleniyordu, çalılıkların arasında görünmez olana dek acele etti, orada biraz daha kolay nefes alabiliyordu artık. çukurun kireçtaşı ağzına varana dek epey zorlu bir yürüyüş oldu, hardin orada daha hızlı hareket etmeye başladı, winer’ın başı eğri büğrü taş zeminde biraz sallandı. hardin onu hanımellerinin arasından çukurun ağzına dek sürükledi, sonra durup ceplerini karıştırdı, bulduğu üç beş parça zavallı öteberiyi kendi cebine attı. üstüne iplikler yapışmış bir avuç bozuk para, hiçbir tik tak sesi duyulmayan ucuz bir cep saati. o kadar uzun bir yaşama rağmen winer’ın elinde avucunda pek bir şey yokmuş gibi geldi ona.
“bu dünyaya son bir kere bak,” dedi winer’a. “öbür taraf pek karanlık görünüyor.”
boşluğun derinliği karanlıktan bile fazla gibiydi. sanki zifiri karanlık dünyaya açılan bir çukurdu ve bu dünyayı da sarmak için siyahlığını dışarı sızdırıyordu. hardin çizmeli ayağıyla cesedi yuvarladı, bacaklar uçurumdan aşağı sallanıyordu şimdi, gövde dikmiş gibi bir yanılsama yaratarak kıyıda dengede durdu, şaşkın yüz vahşi ve iktidarsız bir bakışla dik dik hardin’e baktı, sonra gözden kayboldu.
april yayıncılık, s.167-169

i̇nsan sevgisi… bu kadar çok kullanıldığı hâlde üzerinde bu kadar az düşünülen, bu kadar az anlaşılan bir kavram yoktur herhâlde. çevrenize bakın, politikacısından şairine, esnafından futbolcusuna, hamalından filozofuna, herkes bir insan sevgisinden bahseder. bütün bunların içinde, bu ağızlarından düşürmedikleri sevgiyi, yüreğinde bir nebze olsun hisseden var mıdır acaba? i̇nsan sevgisi hakkında en çok ahkâm kesenlerin, kendilerini yüksek duvarların arkasına gizlediklerini, kapılarına kat kat kilit vurduklarını, özel arabalarından çıkmadan her işlerini halletmeye çalıştıklarını görürsünüz. tanıyıp güvendikleri birkaç kişi dışında hiçbir insanla temas etmeden yaşarlar. oysa benim gibi, gerçekten insan sevenler, sırf bunun için cezalandırılırlar. bazısına göre insan sevgisi ancak eğitimle ulaşılabilen bir değerdir. ne kadar yanlış! ben ki pek eğitimli bir insan değilim, çok küçük yaşlardan beri içimdeki insan sevgisinin farkındaydım. yaz günleri halk plajlarına giderdik. orada, diz boyu suyun içinde tepişen, itişip kakışan, bağrışıp çağrışan hayat dolu insanları izlerken ruhum sevinçle dolardı. semt pazarlarında dolaşıp dururdum, rızkını almak için birbirlerine sürtüne sürtüne tezgâh tezgâh gezen insanları gördükçe gözlerim yaşarırdı. bazen hiç işim olmadığı halde, akşam vakti tıklım tıkış belediye otobüslerine binerdim; sırf o yoğun insan kokusunu içime çekmek için. ama insan sevgisi öyle bir güçtür ki, görmek yetmez, koklamak istersiniz. koklamak yetmez, dokunmak istersiniz. toplum sizdeki bu sevginin önüne bir duvar çekmiştir ama bir yerde duvarın öte tarafına geçmeniz gerekir.
i̇şte bu, bende on beş yaşındayken olmuştu. bizim mahallede, reşitpaşa’da, bir marangoz atölyesinde çırak olarak çalışıyordum o zaman. şeref abi frezede çalışıyordu. bir gün, gözümün önünde başparmağını tezgâha kaptırdı. parmağın fırlayıp yerdeki talaşların arasına düştüğünü gördüm. şeref abi çığlık atınca herkes başına toplandı, “parmak nerede, parmak nerede?” diye bağrıştılar. parmağın düştüğü yeri gösterdim, “şurada,” diyecektim, ama boğazım düğümlendi, ağzımdan ses çıkmadı. parmağı bulamadan şeref abi’yi apar topar hastaneye götürdüler. ortalık sakinleştikten sonra parmağı talaşların arasından aldım, kimse görmeden cebime attım. eve gittim ve şeref abi’nin başparmağını bütün gün ve bütün gece emdim. şafak sökerken, parmaktan geriye kemiklerden başka bir şey kalmamıştı. bu insani lezzeti keşfetmenin beni nasıl derinden etkilediğini tahmin edersiniz. uzun süre eski hayatımı sürdürmek için bocaladım ama biliyordum ki bu lezzeti bir kere tattıktan sonra, hayatımı buna adamaktan başka çarem yoktu. sonunda işi bıraktım. artık beni sadece insan sevgisi hayatta tutacaktı. bir insanı sadece insan olduğu için sevmek nasıl bir şeydir bilir misiniz? ben bunu yıllarca yaşadım. i̇nsanlar arasında bir ayrım yapmadım, her türlü insanı sevdim ve birini sevdiğimde onun her yerini sevdim ki bence gerçek insan sevgisine sahip kişi, bir insanı her yanıyla sevmeyi ve kesinlikle hiçbir tarafını ziyan etmemeyi bilmelidir. i̇dareli davranmak adına büyük, sağlıklı yetişkinlere öncelik veriyordum, beni en uzun süre onların sevgisi yaşama bağlıyordu. ama çocuk sevgisi bambaşka bir duyguydu. hatta ara sıra, anne sütünden kesilmemiş bir yavrucakla kendimi şımarttığım oluyordu. bir mahallede işler sarpa sarmaya başlayınca, taşınıp başka bir mahalleye yerleşiyordum. böylece aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. ama bu sevgimin cezasız kalmayacağını da içten içe biliyordum. elbette bir gün, insan sevmemin bedelini, demir parmaklıklar ardına tıkılıp yapayalnız bırakılarak ödeyecektim. beni yakaladılar, zincire vurdular, dövdüler, hor gördüler, aşağıladılar. bütün bu işkenceler yetmedi, bir de “reşitpaşa canavarı” diye isim taktılar; asıl canavar kendileri değilmiş gibi. şimdi bu soğuk hücrede, ömrümün sonuna kadar insan sevgisinden mahrum bir başıma kalmaya mahkûmum. oysa benim ne suçum vardı, insan sevmekten başka?
i̇thaki yayınları, s.61-64

varlığım kimilerini çok incitiyor. bu yüzden hep hafif olmak istedim. ayaklarımı yere bir kar tanesi kadar hafif basmak. ayaklarımı yere basmıyormuş gibi basmak. i̇z bırakmadan yaşamaya öyle çok gayret ediyorum ki, kendim de kendime karşı görünmez oluyorum bazen. arasam da kendimi bulamıyorum. doğduğumda kırmızıydım. aslım parlak, ateşli bir kırmızıdır. "kar beyazı" diyorsunuz ya, herkes bunu unutmadan önce bu deyimin orijinali "kar kırmızısı" idi. herkesi mutlu etmek için, yavaş yavaş beyaza döndüm. şimdi dışım beyaz, içim kırmızıdır. bir gün bir masal okumuştum. ülkenin birinde büyük bir yangın çıkmış ve yangın her şeyi kül etmiş. öfkeyle yangının sorumlusunu ararken, gözler, elinde küçük bir kibrit tutan masum bir küçük kıza yönelmiş. küçük kız etrafını saran bu kızgın, suçlar gözlere korkuyla bakmış. bilmiş ki o "evet, yangını ben çıkardım:· derse herkes çok mutlu olacak. bu yüzden "evet, yangını ben çıkardım:· demiş ve tüm ülke mutlu olmuş. tüm ülke mutlu olunca, yoksul ve masum küçük kız da mutlu olmuş. söylemeye gerek yok; masalı bir kadın yazar yazmıştı. kadınlar ortada sebep yokken suçlanmayı da, günah keçisi olma hissini de iyi bilirler. kadınlar yoksul kibritçi kızların aslında suçsuz olduğunu da çok iyi bilirler. küçük kızın suçu üstüne alarak mutlu olması, bu dünyada neredeyse yalnızca kadınların anlayabileceği bir durumdur. i̇şte ben de bu kibritçi kız gibiyim. beni saran renklerimi onları görmekten rahatsız oluyorlar diye içime sakladığımdan beri, vücut ısımı da kaybettim. şimdi her sıcaklıkta üşüyorum. bedenimin iklimi dışarıdaki iklime bir türlü uymuyor. ağustos sıcağında uzun paltolar, kaşmir kaşkollar, yün şapkalarla çıkıyorum dışarı. bunu ilgi çekmek için yaptığımı fısıldıyorlar birbirlerine. yüzüme karşı gülmeye cesaret edenler de yok değil. bu yüzden, evden çıkmayı da bıraktım bir süre önce. yaşamıyormuş gibi yaşamaya gayret ediyorum. kimsenin beni görmediği, duymadığı bir yerde. karlar kraliçesi'ni kuzey kutbunda, gözlerden uzak kardan kulübelerde hayal etmeleri bu yüzden. kralı olmayan tek ülke de karlar ülkesi.
bersesta, onların olamadığı şey olduğum için benden böyle rahatsız olduklarını söylüyor. benim gibi canlı, ışıklı, kırmızı olamadıkları için beni söndürmeye çalıştıklarını. ama ben onların olmamı istemedikleri bir varlık biçimiyle var olmaya devam etmek istemiyorum. birilerine rağmen var olan renklerim olsun istemiyorum. beyazın aslında olmadığını, beyazda olmayan tek rengin beyaz olduğunu biliyor musunuz? bir kitapta okumuştum. bir kadın, bir gün mutfak ve oturma odasının yerlerini sildikten sonra en güzel ipek bluzunu giymiş, uzun eteğini düğmelemiş ve iri şapkasını iğnelemiş. sonra, çiftçi olan kocasının çiftesini ağzının tavanına dayamış ve tetiği çekmiş. "onun önce neden yerleri sildiğini, yaşayan her kadın bilir" yazıyordu kitapta. ben de biliyorum. annem bir yazardı. i̇smimi "karin" koymak istemişti. ama ismim giderek büzülmüş, seslerini kaybetmiş ve "kar" olmuştu. annem, kendi ismini korumak için mücadele etmiş bir kadındı. her anne gibi, kendinden çok çocukları için mücadele ederdi. i̇smim seslerini kaybettiği için mi bilmiyorum, ben de sesimi kaybettim. ben sesimi kaybettikçe annem benim için yeterince güçlü duramadığını düşünerek dövündü. size kendimi anlatamam belki -zira kendimi anlatmam birilerini incitiyor- ama annemi anlatabilirim. annemin geldiği topraklarda, yazın dağların yüksek, kuytu kısımlarında kalmış kara "lankeri" denir. annem de öyle dirençli olmamı istedi. annemin büyüdüğü topraklarda annemin büyüdüğü zamanlarda kadınlar, ömürlerinin herhangi bir akşamı kocaları ve çocukları eve geldiğinde yemek hazır olmadığı takdirde dünyanın başlarına yıkılacağına dair batıl bir inanca saplanıp kalmışlardı. bu inanç küçük yaştan itibaren onlara öyle inceden ve öyle derinden aşılanıyordu ki, ne kadar asılsız olduğunu bilirlerse bilsinler bu korkuyu içlerinden söküp atamıyorlardı. bu nedenle, ömürlerinin her gününü kendileri gibi yemek yaparak geçirmeyen kadınlara karşı önlenemez bir hınç besler olmuşlardı. bu kadınlar yüzünden, içinde birlikte yaşadıkları dünyanın sonunun geleceği endişesi onları yiyip bitiriyordu. önceden belirlenmiş işlerden başka işlerle meşgul kadınların diğer kadınları –evet, erkekleri değil, kadınları- bu kadar rahatsız etmesinin sebebi budur. annem eline kalemi aldığında da tüm gözler, elinde kibrit tutan küçük kıza yöneldiği gibi anneme yönelmişti. "ocakta yemek var. bebek de ağlıyor;' demişlerdi; "önce bunlarla ilgilen. sonra ne istiyorsan yaparsın:' ama annem yangını çıkaranın kendisi olduğunu kabul etmemişti ve o gün bugündür bütün anneler ne olduğunu tam olarak bilmedikleri bir şeyle suçlanmakta.
kafkaokur 72. sayı, kasım 2022

"seversin vazgeçmeyi. bu işten de vazgeç. mutluluğundan vazgeçtiğin gibi..." - kinyas ve kayra, hakan günday

akşam saatinde kahvaltı yaptım yine. günde iki kez kahvaltı yapıyorum ve erken yatmaya çalışıyorum. i̇nsan, yastığa kafasını koyduğunda daha çok hissediyor. akşam yemekleri de anne kokuyor hep.
arada sırada karnabahar yiyorum ama soğanı utanana kadar kavurduktan sonra. annem ben küçükken burun kıvırmayayım diye “akşama küçük bulutlar yaptım,” derdi. ben de küçük bulutları yemeden önce neye benzettiysem onu söylerdim. “bu bir ejderha gibi! bu kalbe benziyor ama insanların resmettiği kalbe değil; kapakçıkları ve damarları olan bir kalbe, bu da sana benziyor anne bunu yemeyeceğim.” sonra diğerlerini yerdim. bu, benim minik ritüelim.
bu akşam kahvaltıda karnabahar var. madem göremiyorum bulutları, ben de yerim. mutfakta yemek hazırlarken kan şekerim sürekli bana emirler yağdırıyor: “hadi, çabuk ol. bak düşerim bir anda kalakalırsın öyle. daha hızlı hazırla hadi.” koşturmacanın arasında ayak serçe parmağımı vuruyorum. birkaç saniyelik acı ve göz yaşarması ânından sonra (soğandan dolmuş gibi yapıyorum kendime bile güçlü durmaya çalışırcasına çünkü kimse üzemez artık beni, ben bile...) devam ediyorum kaldığım yerden. sonra teşekkür ediyorum ayak serçe parmaklarıma; vücudumun hava yastıklarına. kontrol etmek için çorabımı çıkarıyorum ama aynı anda değil. sağ ayağım sol ayağımdan utanmasın diye. kapı çalıyor, kapıyı açıyorum. kimse yok vazgeçtiler herhâlde, ülke kocaman bir çocuk parkı oldu herkes birbirinin kapısını çalıp kaçıyor artık, diye düşünüyorum. kapıya bir kutu bırakmışlar, henüz fark ediyorum. sipariş ettiğim elma dilimleyici gelmiş. dilimlemekten üşendiğim için vazgeçiyorum beni sevmeyen elmayı yemekten. pratik yollar arıyorum. vazgeçtiğim şeyleri düşünüyorum: çubuk krakerleri yemeden önce tuzlarını emmek, tanımadığım kedileri sevmek, bir yerden bir yere koşarak gitmek; birkaç insan, kaşındıran kazak, çok kilo verdiğimde daralttığım ve artık üstüme olmayan kıyafetler, kendimi savunurken işe yarar diye uzattığım ancak kendimi savunmaktan da vazgeçtiğimi hatırlayarak baktığım uzun tırnaklarım, çok sevdiğim şarkıları çok fazla dinlediğim için bir daha dinlemek, kendime yüklenmek (daha çok yüklenmek için belki de), sevdiğim insanları aramak, sarhoş olduğumda ses kayıtları atmak ve bir şeyler yazmak... aslında yazmaktan epey uzun bir süre önce vazgeçtim. beni ben yapan en önemli şeyden. uzun süredir bir uzvumu kaybetmişçesine hareket ediyordum ama o uzvumun yokluğundan haberim yoktu. kaybettiğim ama yokluğunu fark etmediğim bir uzvum. geri dönmeye çalışıyorum. en çok, sevdiklerim destekledi beni. tabii ki sevdiklerim yanımda olacaktı, sevmediğim herkes ölmemi istiyor olabilir. aman, bu sonraki ayın yazısı. emniyet kemeri takmamızın sebebi, arabanın sabit hızla gitmeyip çok hızlı bir şekilde ivmelendiğinde bedenimizin o hareketi korumak istemesi. eylemsizlik yasası. hızla giderken aniden durursanız başınızı çarparsınız ve öne doğru itilmiş hissedersiniz. aslında siz ileri gitmezsiniz araç size göre geriye gelir. yazarken hissettiğim tam olarak bu. bu eylemsizlik içinde benim insanlarımın hadi demesi benim için bu etkiyi yaratıyor. ne kadar iyi ne kadar kötü bilmiyorum. ben yazarken iyi hissetmiyorum. yazmaktan nefret ediyorum bana beni hatırlattığı için. benden ne kadar götürecek bu sefer, diye düşünüyorum.
fakat yazmak konusunda eski bir tiryaki gibiyim. bir dönem sigarayı bırakmıştım karantinanın başlarında. ölmekten korkmuştum. hayatıma hoş geldiniz diyebilir miyim şu an ya da hâlâ yaşıyor olmaktan garip bir şekilde mutlu olduğum bu hayatta... neyse, ne diyordum? eski bir tiryaki. sigarayı bıraktığım dönem gece rüyalarıma giriyordu. başka başka ülkelerin başka başka kentlerinde hunharca sigara içiyordum. eğleniyorduk, dans ediyorduk, sevişiyorduk, yeni deneyimler yaşıyorduk. ben hiçbir eski sevgilimi bu kadar görmedim rüyamda. her sabah sanki hayatımda biri varmış da onu aldatmışım gibi bir suçlulukla uyanıyordum. i̇stemiyordum ama deliler gibi istiyordum aynı zamanda. yasak aşkım gibiydi yazmak. sanki hoşlandığım adam senelerdir biriyle beraber ama ben onu bana çekmeye uğraşıyorum. üzgünüm ama yatağın sağ tarafı benim. duvara daha yakın. orada canavarlara geçit yok.
ben karanlıktan çok korkuyordum. yani o kadar korkmuyorum artık çünkü o canavarın en yakın arkadaşı oldum ben. yatağımın altındaki canavar benim en yakın arkadaşım. bana gülüyor, korktuğumda bana sarılıyor, üstümü örtüyor ve bir şey beklemiyor. onunla ilgili en sevdiğim şey bu sanırım. bir şey beklememesi. herkes kurduğu her arkadaşlıktan, ilişkiden ne çok şey bekliyor değil mi? bir şey olsun. bana istediğimi versin. bazen en çok istediğin şeyler sana gelmiyor. ya da ihtiyacın olan şeyler. annenin seni kendi sütüyle besleyememesi gibi... belki annemin sütüne alerjim olduğu için böyle hissediyorum. bilmiyorum. bu yazıyı hâlâ teslim edemedim. bu ay okuyabilecek misiniz, bilmiyorum. bilmiyorum dedim ya. vazgeçtiklerimden biri de bu olabilir mesela. birlikte göreceğiz, diye iç geçiriyorum. sonra mı?
sonra, küçük bulutlar yapmaya devam ediyorum.
can yayınları, s.15-17

osman askerliğini i̇stanbul 1. ordu komutanlığı’nda, selimiye’de yapmıştı. acemiliği bitince onu ordu rezervi diye geçen 3. süvari tümeni’ne verdiler. sabah akşam atları tımar ettikten sonra kuyruk örmesi, ince uzun parmakları, atlara gösterdiği özen ve yakasında her daim taşıdığı iğne iplik nedeniyle i̇zmirli bölük komutanı yüzbaşı’nın dikkatini çekmişti. bir gün yüzbaşı aniden ahırlara çıkıp geldi.
“asker, sen mesleğini söyledin mi acemi ocağında?”
osman esas duruşta, karşı duvarlara bakıp susmuştu.
“yok, kızmayacağım. zaten evraklarına baktım. şimdi senden de duyayım.”
“komutanım, ben biraz dikişten anlarım.”
“terzisin yani?” osman daha bir sıkı sarıldı esas duruşuna. cevap vermedi.
“kadın elbisesi de bilir misin?”
“gelir elimden.”
“mantoluk kumaş alsam becerebilir misin?”
“kumandanım, uygun patron kalıbı, dikiş malzemesi olursa eğer...”
“onlar kolay. ölçü almak gerekir, değil mi?”
osman başını çevirip yüzbaşı’nın gözlerinin içine baktı. en karanlık ve en aydınlık zamandı şimdi. bir kadere karar verme ânıydı sanki.
“evet komutanım. eğer bedene oturacak bir manto isterseniz ölçü almak şart.”
yüzbaşı hiç konuşmadan arkasını dönüp gitti. osman ne kadar beklese de tümenin terzihanesine alınmadı. bölükçü de bir daha görülmedi ahırların orada. o yine sabah ve akşamları tımar işindeydi. bir ay sonra yüzbaşının postası geldi. bölük komutanı odasına çağırıyordu. koşarak gitti, kapı hafif aralıklı. tıklatıp içeri baktı. “gel” işaretiyle girdi. kısa künye ve esas duruşta bekledi.
“al bakalım, oku şunu,” dedi yüzbaşı. osman hafif hafif titreyen parmaklarıyla, içinden mırıldanarak kâğıda baktı.

“kıymetli eşim,
üst komşumuzun akşam sanat okuluna giden kızı yardım etti, sağ olsun. bütün ölçülerimi aldık. i̇stediğim kalıbı da birlikte bulup seçtik. hakeza kumaşı da sizin yolladığınız parayla kemeraltı’nın en iyi kumaşçısı artidi bey’den aldım. hepsini yolluyorum. aramızda geçen bunca hadiseden sonra hâlâ beni düşünüyor olmanıza hatta gelen kışı düşünüp bu mantoyu hayal etmenize ne desem bilemiyorum. kalbimi bir başkasına kaptırmam, ne kadar istesem de bundan kendimi alamamam, size açılmam, beni her hâlimle kabul etmeniz... keşke zamanı tersine çevirebilseydim. keşke bu çaresiz aşka düşmeseydim. sizi ve kendimi bu kadar acımasız bir çavlanın içine atmasaydım. ama hepsi için artık çok geç. geçirdiğimiz güzel zamanların hakkı için şunu da size söylemem gerekir ki, çok mutluyum. ölesiye kederler içinde olmayı allah’tan isterdim. ama içim içime de sığmıyor. ve sizden son kez rica ediyorum, bana kim olduğunu sormayın. söylememe imkân yoktur. elbette sizin istediğiniz zaman ve şartlarda evliliğimizi bitirmeye hazırım. daha önce de bunu söylemiştim. bunun bir an önce olmasını da niyaz ederim.” - aynur
osman bembeyaz olmuştu. yüzbaşı ise masanın üzerinde, sarı kâğıdı yırtılarak açılmış paketteki kumaşı inceliyordu. neden sonra başını kaldırdı.
“yan odaya bir masa koydurttum. terzihaneden malzemeler gelecek. portatif bir sefer yatağı da var. yemeğini benim posta getirecek. artık ahır ve nöbet yok. gece gündüz buradasın bundan böyle. şu mantoyu bitir bakalım,” dedi. osman’ın o saatten sonra günleri farklı akar olmuştu. sabah yine kalk borusuyla uyanıyordu ama koşarak erat helasına gitmesine gerek yoktu. tümen binasındaki temiz lavaboları kullanabiliyor, sinek pisliği birikmemiş aynalarda kalın kaşlarını, gaga burnunu ve sert dudaklarını süzebiliyordu. komutanın postasıyla birlikte arka bahçeye çıkan sahanlıkta kahvaltısını yapıyordu. herkes eğitime ya da işlerine seğirtirken o küçük odasına gidip kumaşa ve ölçülere gömülüyordu. odaya bir de terzi prova mankeni gelmişti. onu pencerenin yanına, güzel ışık alan bir köşeye yerleştirmişti. kestiği kumaşları arada gidip üzerine koyuyor, iğneleyip dikiş yerlerini belirliyordu. bir defasında kendine engel olamamış, tek ayaklı ahşap mankene sarılıp, “ah leyla, ah!” demişti. ansızın kapı açılıverdi.
“emret komutanım!”
“rahat,” dedi yüzbaşı.
yürüyüp masaya geldi. makaslara, boşlanmış mezuraya, iğneliğe, kumaş parçalarının arasına yuvarlanmış dikiş yüzüğüne baktı.
çınar yayınları, s.99-101

fasulyeler döktü, patlıcanlar minicik minicik çıktı, kabak çiçekleri her yanda, incirler dalları bastı ama yenmeleri için çatlamaları gerekecek.
daha var yani. her şeyin zamanı var.
çamdan kopan parçalar hâlâ yaş, kurusunlar da, kesip kömürlüğe koyalım diye bekliyoruz, şimdilik asmanın altında yığılılar.
üzümün kuruyan yaprakları dökülüyor yerlere, masaya, sandalyelere…
süpürmüyorum artık hiç, olduğu gibi, olduğu hâliyle…
ginder’ı aşıya götürdük dimitri bey’e, kadıköy’e. gitmişken biraz yoğurtçu’da oturduk. saatlerce ağaç altında oturup kitap okuyorduk. kedi seviyorduk. i̇yi gelecek şeyler bakınıyor, buluyorduk.
zor zamanlardı.
her zaman çok zor, artık kalbim daha ferah sanki.
kapkaranlık bir tünelde, hiçbir şey göremeden, etrafta tutunacak hiçbir şey bulamadan, hiçbir ses duyamadan, nereye bastığımı bile bilemeden ilerliyorum ama sonunda o ışık görünecek, seziyorum.
bir de galiba hiçbir şeyin, hiçbir zaman tam ve mükemmel olmayacağını, çünkü her şeyin, her hâliyle zaten öyle olduğunu biliyorum artık.
o tünel de yola dâhil yani. işık kadar karanlık da…
sabah uyanmış olmanın, sağlıkla kalkmanın, gökyüzüne bakmanın, güneşi görmenin yeter de artar olduğunu hissediyorum.
kalbimi umutlu, inançlı ve güçlü tutuyorum.
dirayet elzem.
sonra kahvemi içerken, kozbeyli’den alıp kapıya astığımız, içleri elyaf dolu, rengârenk kuşlardan yapılmış süse takılıyor gözüm.
düşlüyorum.
görüyorum.
gülüyorum.
satan kadın, “bir gün geri geleceksin, bana neler olduğunu anlatmak için,” dediğinde şaşırmıştım. ve inanmamıştım da aslında. hatta belki de kapkara kalbimden bir, satmak için söylüyor bu sözleri hissi bile geçmiştir.
olsun, her şeyi kabul ediyorum.
kendi kalbimin karanlığını görüyorum, onu öpüyorum, her gün bir lokma daha iyi etmek için durumuna bakıyorum. elimden başkası gelmiyor.
biberlerin, mısırların, incirlerin…
her şeyin, her bir tek şeyin kendi vakti var.
ne önce, ne sonra, ne daha erken ne daha geç…
kalbimin iyi olmasının da, tünelin ucunun görünmesinin de kendi vakitleri var, biliyorum.
ve esas mesele, galiba o karanlıktan çıktığında dönüştüğün hal, öğrendiğin yol, büründüğün renk, olduğun şey, hissediyorum.
japon çocuk öyküleri, s.7-9, çevirmen: okan haluk akbay, i̇thaki yayınları

mutluluk, evleri ziyaret etmeye karar vermişti.
dünyada mutluluk’u sevmeyen kimse yoktu. o yüzden hangi evin kapısını çalarla çalsın, ev sahibinin kendisini büyük bir memnuniyetle karşılayacağından emindi. ancak mutluluk, insanların kalplerinde gerçekte ne olduğunu bilmek istiyordu. bu nedenle tıpkı yoksul bir adam gibi giyindi. kendisine kim olduğu sorulduğunda:
“yoksul bir adam!” diye cevap verecekti.
perişan görünümüne rağmen kendisine iyi davranan biri olursa o kimsenin evine mutluluk bırakacaktı.
mutluluk, evleri dolaşmak üzere yola koyuldu. bahçesinde köpek beslenen bir ev gördü ve kapısının önünde durdu. ev sahibi elbette gelen kişinin mutluluk olduğunu bilmiyordu. kapı önünde yoksul görünümlü birini görünce:
“sen kimsin?” diye sordu.
“efendim, ben yoksul bir adamım.”
“yoksul bir adam mı? çabuk kaybol!”
adam bunları söyleyerek kapıyı mutluluk’un yüzüne kapayıverdi. üstüne üstlük, evin köpeği de sanki misafiri kovarcasına sert sert havlamasın mı?
kapıdan kovulan mutluluk, mecburen başka bir evin yolunu tuttu. bu ke bahçesinde tavuk beslenen bir ev gördü ve kapısının önünde durdu. ev sahibinin mutluluk’un kendisini ziyaret ettiğini bilmesine imkân yoktu. ev sahibi, sanki hayatta en nefret ettiği insanı görmüşçesine kaşlarını çattı:
“sen kimsin?”
“efendim, ben yoksul bir adamım.”
“yoksul bir adam mı? çabuk defol!”
adam bunları söyledikten sonra oflayarak derin bir iç çekti. mutluluk’tan hoşlanmayan sadece ev sahibi değildi. bahçedeki tavuk da yoksul adamın kendisini çalıp götürmesinden endişe etmiş olmalıydı ki acı acı gakladı.
bu evden de kovulan mutluluk, bu defa bahçesinde tavşan beslenen bir evin kapısını çaldı. ev sahibi:
“sen kimsin?” diye sordu.
“efendim, ben yoksul bir adamım.”
“yoksul bir adam mı?”
ev sahibi kapının önüne çıkıp baktı. gerçekten de yoksul görünümlü bir adam karşısında duruyordu. bu adam da gelen kişinin mutluluk olduğunu bilmiyordu. ancak merhametli bir insana benziyordu. adam, mutfaktan bir pirinç köftesi getirip mutluluk’a uzattı.
“buyur!”
adam pirinç köftesinin yanında biraz turşu da getirmişti. o sırada bahçedeki tavşan öğle uykusundaydı ve horlayarak keyifli bir şekilde uyuyordu.
mutluluk, ev sahibinin kalbinde olanı öğrenmişti.
bir pirinç köftesi ve bir dilim turşu bile insan kalbinin derinliklerini anlamak için yeterliydi.
mutluluk çok sevinçliydi. büyük bir neşe içinde tavşanlı eve mutluluk bırakarak oradan ayrıldı.
çevirmen: meryem mine çilingiroğlu, notos kitap, s.11-13

ne kadar zengindir bu yeryüzü küçük,
i̇yi, mükemmel şeylerden yana!
friedrich nietzsche, böyle buyurdu zerdüşt



üçüncü milenyumun başının, 21. yüzyılın yankı uyandıran açıklamalarla, velveleli ideolojilerle ve devasa projelerle dolu bir çağ değil, küçük şeylerin, yakın, doğrudan ve ulaşılabilir deneyimlerin devri olacağı yanılsamasına kapılmıştım. arundhati roy’un sözlerine dayanarak hayal kuruyordum:
kim bilir belki de 21. yüzyıl bizim için büyük şeyler’in yıkılışını hazırlıyordur; büyük bombaların, büyük barajların, büyük ideolojilerin, büyük çelişkilerin, büyük ülkelerin, büyük savaşların, büyük kahramanların, büyük hataların çözülüşünü. belki de gelecek yüzyıl küçük şeyler’in yüzyılı olacak. belki de tam şimdi, tam bu anda, orada, gökyüzünde bizim için hazırlanmakta olan küçük bir tanrıça vardır. olabilir mi? bunun doğru olma ihtimali var mı?
yukarıda, gökyüzünde küçük tanrıçanın bizim için küçük şeylerin yüzyılını hazırladığını düşünmek albenili bir bakış açısı kuşkusuz. gerçekte olup bitenlerse bu düşünceyi mutlak surette yalanlamak istiyor: büyük barajlar inşa edilmeye devam ediyor, büyük kuleler çöküyor ve yerlerine daha da büyükleri yapılıyor, dünyanın en şiddetli deprem bölgelerinde mafyaya ziyafet vermek için köprüler kuruluyor, söylenene göre uzun sürecek savaşlar başlıyor. bununla birlikte minimalist bir bakış açısıyla, less is more yani “az çoktur” diyen ufacık sistemlerin olduğu bir dünya düşünmek hoşuma gidiyor. kaldı ki hiç de minimalist olmayan nietzche’nin bile küçük şeyleri sevdiğini biliyoruz, nitekim tam da böyle söyledi zerdüşt’ün “daha yüce i̇nsan üstüne” bölümünde zerdüşt şöyle der: “ne kadar zengindir bu yeryüzü, küçük, iyi, mükemmel şeylerden yana.”
arundhati roy’un kehanetinin gerçekleşme ihtimali çok uzak görünse de buna baştan çıkarıcı bir temenni olarak hayal etmek hoşuma gidiyor: yankı uyandıran açıklamalara, devasa projelere, velveleli ideolojilere heves etmek yerine bizi çevreleyen küçük şeyleri, nesneleri, hareketleri, kokuları ve sesleri, daha yakın, doğrudan ve ulaşılabilir deneyimleri arzuladığımız bir gelecek…
belki de bu nesneler, hareketler, kokular ve sesler, bu küçük ve pek de önemli olmayan hatta anlamsız şeyler, azı, daha azı, less’i temsil eden bu minör gerçekler megalomanlık hastalığına kapılmış kalpleri –gene nietzche’ye başvuracak olursak- “altın olgunlukları”yla iyileştirecek ve bunların bir avantaj, bir artı, bir more olduğu açığa çıkacak.
çevirmen: hazal yalın, i̇thaki yayınları, s.71-74

kimi zaman zayıflığımdan ve beni her gün olesya’yı görmeye zorlayan alışkanlığımdan ötürü hiddetleniyordum. yüreğimin görünmez, güçlü, incecik iplerle bu büyüleyici, benim için anlaşılmaz kıza nasıl bağlandığını anlayamıyordum. henüz düşünmüyordum aşkı ama aşkın arifesindeki o bulanık, bitkin düşüren, kederli hislerle dolu endişe verici dönemden geçiyordum. nerede olursam olayım, unutmak için ne yaparsam yapayım, düşüncelerim olesya’nın suretiyle meşguldü; bütün varlığım ona gaye ediniyordu; onun en önemsiz sözlerini, jestlerini, tebessümlerini bile her hatırlayışım dingin ve tatlı bir acıyla sıkıyordu yüreğimi. ama akşam oluyordu ve ben onun yanında, o alçak, yıkıldı yıkılacak sedirde uzun uzun oturuyor, kendimi gitgide daha da mahcup, uygunsuz, yersiz ve beceriksiz hissediyordum.
bir defasında bütün günümü bu hâlde geçirdim olesya’nın yanında. sabahtan beridir iyi hissetmiyordum kendimi ama neyim olduğunu da bilemiyordum. akşama doğru daha kötü oldum. kafam ağırlaşmıştı, kulaklarım uğulduyordu, gözlerim bulanıyordu, başımda kör ve aralıksız bir ağrı hissediyordum, sanki biri yumuşak ama güçlü elleriyle bastırıyordu. ağzım kupkuruydu, bütün bedenime ağır ağır tembel, yorucu bir güçsüzlük yayılıyordu, bu güçsüzlük yüzünden devamlı esnemek ve gerinmek geliyordu içimden. gözlerimde sanki parıldayan bir noktaya yakından, bakışlarımı ayırmadan bakıyormuşum gibi bir ağrı vardı.
geç saatte eve dönmek için düştüğüm yolu yeni yarılamıştım ki ansızın şiddetli bir titreme nöbetine yakalandım. neredeyse yolu görmeden, nereye gittiğimi bilmeden yürüyordum; sarhoş gibi sendeleyerek, çenelerim sıklıkla ve gürültüyle birbirini dövüyordu.
bugün bile bilmiyorum beni eve kimin getirdiğini… tam altı gün boyunca amansız, korkunç bir polesye hummasıyla yattım. gündüzleri biraz diner gibi oluyor, bilincim geri dönüyordu. o zaman, hastalıktan perişan hâlde zorlukla, acı ve dizlerimdeki zayıflıkla volta atıyordum odada; her ani hareketimde kan, kaynar su gibi akın ediyordu başıma ve gözlerimin önündeki her şey karanlıkla örtülüyordu. akşamları ise genellikle saat yedi civarı, fırtına gibi yere seriyordu beni hastalığın nöbeti ve kâh yorganın altında soğuktan titreyerek kâh dayanılmaz bir hararetle yanarak korkunç, bir asır kadar uzun geceler geçiriyordum yatakta. uyku hafiften dokunacak olsa tuhaf, tutarsız, ıstırap verici, delice rüyalar oynamaya başlıyordu yanan beynimle. bütün rüyalarım minicik, mikroskobik, hilkat garibesi bir karmaşa içinde yığılmış ve birbirine zincirlenmiş ayrıntılarla doluydu. kâh öyle geliyordu ki bana, rengârenk, acayip biçimli kutuları sıralıyorum, küçüklerini büyüklerinden ve daha küçüklerini de küçüklerinden ayırıyorum ve bana artık iğrenç görünen bu sonu gelme işi bir türlü bitiremiyorum. kâh gözlerimin önünde sersemletici bir süratle yer değiştiriyordu uzun parlak duvar kâğıtlarının şeritleri ve onların üzerinde desenler yerine ıstırap verecek kadar netlikle insan suratlarından yapılmış çelenkler görüyordum: kiminde güzel, iyilik dolu, gülümseyen suratlar, kiminde tuhaf tuhaf sırıtan, dillerini uzatan, dişlerini gösteren, kocaman gözlerinin akını çeviren suratlar. sonra yarmola’yla birlikte başı sonu belirsiz, son derece karmaşık, soyut bir tartışmaya girişiyordum. birbirimize karşı ileri sürdüğümüz argümanlar her dakika daha ustalıklı ve derin hâle geliyordu; tek tek kelimeler, hatta kelimelerdeki harfler ansızın esrarlı, ölçülemez anlamlar kazanıyordu ve kafamın içinden birbiri ardınca çirkin sofizmler çekip çıkaran ve artık çoktan tiksinti verici olmuş tartışmadan çıkmama izin vermeyen meçhul, tabiatüstü bir güç karşısında mide bulandırıcı bir dehşetin pençelerine gitgide daha derinden düşüyordum…
bu, insani ve hayvani suretlerin, en özgün biçim ve renklerden manzaraların, nesnelerin, anlamları bütün duyularla birden kavranan kelimelerin ve cümlelerin kaynayan bir girdabıydı… ama tuhaf şey, bu sırada bile yanık yeşil çerçeveli abajurdan tavana düşen aydınlık, yuvarlak halkayı görmeye devam ediyordum. ve her nasılsa, bu kenarları silik, dingin halkada, tek biçimli, esrarengiz ve uğursuz bir hayatın, benim rüyalarımın kudurgan kaosundan da korkunç ve ezici bir hayatın gizli olduğunu biliyordum.
sonra uyanıyordum; daha doğrusu uyanmıyordum da ansızın uyanık buluyordum kendimi. bilinç neredeyse eksiksiz dönüyordu bana. döşekte yattığımı, hasta olduğumu, demin hezeyan geçirdiğimi anlıyordum ama karanlık tavandaki aydınlık halka gene de gizli, meşum bir tehdit gibi aklımı karıştırıyordu. güçsüz elimle saate uzanıyordum, bakıyordum ona, bütün o sonsuz, dizi dizi, şekilsiz rüyalarımın iki, üç dakikadan fazla zaman almadığına acılı bir şaşkınlıkla emin oluyordum. “tanrım! ne zaman doğacak şafak!” diye düşünüyordum ümitsizlikle, başımı sıcak yastıklara savuruyordum ve ağır ve kısa nefesimin dudaklarımı nasıl kavurduğunu hissediyordum… sonra hafif bir uyku gene üstümden geliyordu ve beynim gene karmaşık bir kâbusun oyuncağı olup çıkıyordu ve iki dakika sonra, ölümcül bir ıstırabın pençelerinde yine uyanıyordum…
altı gün sonra güçlü yapım, kinin ve sinirotu yardımıyla hastalığı yendim. ayaklarımın üzerinde zorlukla durarak perperişan kalktım yataktan. haris bir süratle gelmişti iyileşme. altı günlük hummayla bitkin düşmüş başımda şimdi düşüncelerin yokluğunun tembelliğini ve hoşluğunu hissediyordum. i̇ştahım iki kat dönmüştü, bedenim saatten saate güçleniyordu, her bir parçasıyla emiyordu sıhhati ve yaşama sevincini. ve beni yeni bir kuvvetle ormana, yalnız ve aksak kulübeye çekiyordu. sinirlerim henüz düzelmemişti ve zihnimde olesya’nın sesini ve yüzünü çağırdığım her defasında öyle narin bir hassasiyet hissediyordum ki ağlamak geliyordu içimden.
bilgi yayınevi, s.40-43

“aman," dedim, “şafaktan önce gel de beni uyandır. şu karşıki adayı görüyor musun? düşüme giriyor. şafaktan önce orada bulunalım.”
“olur. ona denizkızı adası derler. ben seni gece uyandırırım,” dedi. oraya gidip balık avlayalı yıllar geçti. oraya balığa gittiğim zaman, zaten yaşını başını almış bir adamdım. bu dakika ölecek ve ölürken de bunca yıllık hayatımın, canımda iz bırakmış olaylarını gözden geçirecek olsam; şu kadar para kazanmış olduğum için mutlu ya da şu kadar para ve mevki kaybetmiş olduğum için de acı sanmış olduğum bütün olayların hepsi küçülür küçülür de kala kala o ada kıyısında avlanmış olduğum günün anısı, bütün hayatımın en tez bir yaşayışla dopdolu ışıldayan bir anısı olarak kalır. gözlerim alaca karanlıklaşırken o anı, gördüğüm son ışık ve gönlümün tattığı son sevinç olacak. güneşin kız kardeşi eos (yani arşipel şafağı), gül renkli aydınlığı kucaklamış, ufukta ağarıyordu. çizgi çizgi pembe ışıklar, parmaklarıydı. sıra sıra yatay bulutlar sanki bir harpın teliydi. işıkla inlemeye koyuldular. denizine de, göğüne de pembe berraklık ve ışık yayılıyordu. yanımda kürek çeken mehmet’e, “buraya neden denizkızı adası diyorlar?" diye sordum.
“buraya ay ışığında denizkızları gelirmiş. ben görmedim. yalnız bir iki gece, adanın ay ışığında saldığı gölgede, denizi şapur şupur öttürdüklerini duydum. dalgalar üstünde hayal meyal ağartılar yüzer gibi oldu. çınlayan bir kahkaha, tüylerimi tuhaf tuhaf ürpertti. korktum desem yalan, korkmadım desem de yalan. benim de gülesim geldi. aklımı oynatırım diye küreklere davrandım.”
“neden? onlar insanı çıldırtırlar mı?”
"dedem görmüş. kendisi, paraya pula gönül verir bir adam değilmiş. fakat bunlardan birine gönül vermiş. i̇şte, ondan sonra adama bir hâl olmuş. babam bu adaya uzaktan bakar bakardı da, dedemin dediklerini anlatırdı. (mehmet’in konuşmak istediği besbelliydi; ben de kışkırtıyordum. yanık sesliydi.) babam anlatırdı. şu gördüğün sporad adaları’nın bir koyu, bir körfezi yokmuş ki; dedemin kayığı orada beşik gibi sallanmış olmasın. gündüzün de gecenin de on ikişer saatinin pek azını karada yaşarmış. fırtına kopunca, ceviz kabuğu gibi küçücük sandalını, kopan kıyamete birer sessizlik sarayı olan mağaraların içine çekermiş. issız kıyıların tenha gezicisiymiş. yapayalnız yaşarmış. babama anlatmış, - çocukluğumun oyun arkadaşları, bu küçük adalar, çığrışan deniz kuşları, sıçrayan yunuslar, eller gibi çırpışan dalgalardı. fakat asıl hayatımın tacı, tam bir sessizlikti. mağaranın dibindeki yumuşak kuma boylu boyunca uzanırdım. mavi denizler kıyıya yanaşırken berrak zümrüt olur, sonra en saf göğün en beyaz bulutu gibi bembeyaz köpürürdü. suyun altın, yeşil ve mavi yansımaları mağaranın tavanında yürürdü. sular böylece bana renklerini verirken, sarkıtlardan damlayan sular, ayrı ayrı notalarda öter ve bana suyun sesini verirlerdi. yelkenimi açmak için böylece beklerdim. kızaran bir yaz akşamı olmazdı ki; kayığımla yeşil kıyı ve beyaz kumsalları kıyılamakta bulunmayayım. tepeden eteğe gelin duvağı gibi çözülüp salınan çoban kavalının sesi, dupduru havada, hesaba gelmez uzaklıklardan çağırıyormuş gibi olurdu. yaşamış olduğum bir gün yoktu ki; şafak kırmızısının denize taşıp akışını upuyanık ve dimdik seyretmemiş olayım. neyleyim kefen gibi yatak çarşaflarını, uyku mahmuru çapaklı gözleri? ağlarım kıyının sakız dallarında asılı kururken, çimenler üzerine çeşit çeşit balıklarımı serer, üşüşen fukara köylüleri, denizin en lezzetli balıklarıyla beslerdim...
deli gönül uslanır mı hiç? hasret çekiyordum! gönlüm bu güzelliklere kanmıyor da kanmıyordu. deniz suyunu içen içtikçe susarmış. yemek yer, sindiririz; yediğimiz yemek biz oluruz. bu güzelliği neden içime alamıyor ve kendim edemiyorum diye hayıflanıyordum. denizin dibinde dilediğim gibi gezemediğim için üzülüyordum. denizin dibine bakınca, denizin yüzü bana dapdar geliyordu. i̇şte bunun için koyun birinde bir başıma kalınca soyunur, kendimi derinliğe verirdim. i̇çim yanardı. berrak ve yumuşak suların, göğsüme ve dizlerime pürüzsüz süzülüşünü neden içime, ciğerlerime alamıyorum diye kendi kendimi yiyordum. neden o kıprayan renkleri soluyamıyordum. efendim? gün olurdu, balık avını büsbütün unutur, dalar çıkar, on iki saatin onunu denizin dibinde geçirirdim. sabah ışığına kanat salan kuş gibi, irademi dip karanlıklarında deniyordum. ege dibini sana anlatmaya ne hacet a evlat? sen balıkçısın; benim kadar bilirsin. ters çevrilmiş uçurumu andıran dibin yüksek kubbelerinde ışıklar, yelpaze gibi açılan ışınlarıyla boşluğu tel tel keserler. i̇ncinin gümüş yüzünde parlayan masum bir pembeliği vardır. sipsivri tepelerin kayasından kayasına mahyalar kurulur. batmış gemilerin kaburgaları ve direkleri karanlıklarda ışıldar. deniz dibinde ahtapot ve balıklara yüzyıllarca yuvalık etmiş şarap testileri, dudaklarından balık ve yeşil damlacıklar solurlar. renkler dip ovasının âlemine, kum saati rıhlarının kolay akışıyla akarlar, karanlık ovaya hale hale yayılırlar. beklerdim karanlık sessizlikte! neyi? bir çığlığın çınlamasını!..”
çevirmen: aysel bora, yapı kredi yayınları, s.11-13

“6 kasım 1938 pazar, tokyo
postallı adımların yükselen, yeniden yavaşlayan tok ve sert sesi. biri yürüyor. durdu… tekrar yürümeye başladı… tekrar durdu. şimdi çok yakında. sanki nefesini duyar gibiyim. tahtaya değen bir şeyden çıkan hafif bir gürültü. bankın üstüne bir şey mi koydu? karanlıktayım, korkudan titriyorum. korkudan sırtım buz kesmiş. sessizlik. birden, karanlığın örtüsü yırtılıyor. karşımda ışıklı geniş bir kare beliriveriyor. ne mi görüyorum? kamaşan gözlerim, dimdik ayakta, hâli renkte askerî üniformalı, heybetli bir erkek bedeni görüyor. başını ve ayaklarını göremiyorum. alt alta sıralı düğmeleriyle üniformasının ön kısmını, belinden sarkan ağır kılıcını, kollarını, kol ağızlarından çıkan ellerini, iki gürbüz ağaç gövdesi gibi, dizlere kadar iki bacağını görüyorum. işık artık daha fazla saklayamadığım yeşil pamuklu çoraplı ayaklarımı gaddarca aydınlatıyor. taş kesilmiş ayaklarımın yanında kitabım… beyaz kapağının her yanı portakal rengi ince bir çizgiyle süslü. i̇ri siyah karakterlerle yazılmış başlık çiğ ışıkta utanmazca kendini sunuyor: söyleyin bana nasıl yaşayacaksınız. başlığın altında küçük karakterlerle yazarın adı basılmış ve altta, orta boy karakterlerle kitabın kime ait olduğu koleksiyonun adı: “küçük yurttaşların kitaplığı”. alacak mı onu? çabuk ol, ondan önce davranman lazım! hayır, en iyisi hiç kıpırdamamak… ufacık bir saniye parçacığı, sonra sağ elimi kitaba koyuyor ve kitabı yakalıyorum. titreyen elimi yavaşça çekiyorum… saniyeler geçiyor… ne yapıyor bilemiyorum, beden bir milim kımıldamıyor. korkuyorum. i̇çgüdüsel olarak gözlerimi kapatıyorum. sessizlik devam ediyor. gözlerimi yarı yarıya tekrar açıyorum. o an adam yavaşça, çok yavaşça eğiliyor, sanki tereddüt edermiş, sanki yaptığından emin değilmiş gibi. karşımda üniformayla aynı renkte siperlikli bir asker şapkası takmış bir erkek kafası beliriyor. arkadan vuran ışıkta, koyu bir gölgeyle perdelenmiş. şapkanın kenarından arkadan omuzlara kadar yine haki renkte bir kumaş parçası sarkıyor. karanlıkta dikkat kesilen bir kedinin gözleri gibi sadece gözleri parlıyor. şimdi kocaman açılmış gözlerim onunkilerle karşılaşıyor. sanki gözlerinin etrafında belli belirsiz bir gülümsemenin hafifçe yayıldığını görür gibi oluyorum. ne yapacak? bana bir zarar verecek mi? beni saklandığım bu yerden çıkmaya mı zorlayacak? i̇yice büzülüyorum. aniden, yana dönüyor, hafifçe eğiliyor, sonra hemen elinde, herhâlde birkaç saniye önce benim sığındığım dolabın hemen yanındaki banka bıraktığı kırık kemanla anında doğruluyor. birden, hızla yaklaşan sert ve telaşlı bir erkek sesi duyuluyor:
‘kurokami! kurokami!’
adam sanki sesin tam olarak nerden geldiğini kendi kendine sorar gibi, sanki sesin sahibinin kim olduğunu çıkarmaya çalışıyormuş gibi istemsizce başını çeviriyor; bu arada yüzünde asabi bir kasılma dolaşıyor.
bombeli bir kontur çizen dört yayıyla, karanlıkta can çekişen küçük bir hayvanı andıran, neredeyse yamyassı olmuş kırık kemanı tek kelime etmeden bana uzatıyor. ne yapmam gerektiğini bilmiyorum… duraksıyorum… ama sonunda tahrip edilen çalgıyı iki elimle korka korka alıyorum.
‘kurokami! teğmen kurokami!’
son bir defa daha bana bakarak aceleyle kapıyı kapatıyor. bana yönelttiği endişeli ve ne yapacağını bilmez bakışın ardından, deminden beri ona seslenen kişi yaklaşırken hemen bastırdığı o belli belirsiz gülümseme geliyor.
“ah, buradasın! burada ne halt ediyorsun kurokami? gidiyoruz. daha geçmeye vakit yok.”
dolabın karanlığında, az önce ‘kurokami!’ diye bağıran ses olduğunu sandığım sert bir erkek sesini açık seçik duyuyorum. kurokami adını duyduğuma hayret ediyorum, çünkü ‘kuro [kara], kami [saçlar]’nin bir soyadı olabileceği hiç aklıma gelmezdi. adam otoriter bir tonla ya da çok öfkeli biri gibi, çok iyi anlayamadığım laflar ediyor. beni korkutuyor. başka bir erkek sesi ciddi ciddi, sakin sakin, neredeyse yumuşak bir üslupla ona cevap veriyor. bana kemanı verenin sesi mi bu acaba?
sesler yavaş yavaş uzaklaşıyor. ayak sesleri de. karanlıkta kalıyorum. bir süre sonra hiçbir şey işitmez oluyorum. daha doğrusu kulaklarımın derinliklerinde, ölmek üzere olan ağustosböceklerinin o zayıf ama ısrarlı ötüşüne benzer bir şey duyuyorum. bu “akufen”, babamdan yeni öğrendiğim bir kelime. bir nevi sessizliğin sesi. anahtar deliğinden bakıyorum. salon, kapalı siyah perdeler yüzünden loş ama artık etrafta kimsenin olmadığına beni inandıracak kadar da neon lambalar yüzünden aydınlık. saat kaç? herhâlde henüz gün bitmedi ama ben acıkmaya başladım. kulak kabartıyorum… ve kendime gerçekten artık kimseler yok diyorum. bunun üzerine kilit dilini mümkün olduğu kadar yavaşça kaldırıyorum ve kapıyı aralarken en küçük bir ses çıkarmamaya çalışıyorum. ama gıcırdıyor… “sus bakayım,” diyorum kendime. biraz bekliyorum… yine ses yok, hep aynı sessizlik. kimseler yok. gürültü olmasın diye ayağımdan çıkarttığım bez pabuçlarımı giyiyorum. kırık keman elimde, kitabım pantolonumun cebinde, saklandığım yerden çıkıyorum. bir iki çekingen adım atıyorum, yürümekte zorlanıyorum. ah! bacaklarım karıncalanıyor! duruyorum. üç saniye bekliyorum. tekrar yürüyorum. büyük salona geçip çıkışa doğru ilerliyorum. bütün vücudumla ağır giriş kapısını itiyorum. şimdi belediye kültür merkezi binasının önünde ayaktayım. gözlerimi havaya kaldırıyorum. gün bitiyor. hava kararmaya başlıyor. kendimi çaresiz, yalnız hissediyorum. hıçkırıklar boğazımda düğümleniyor. kapkara, muazzam bir güç üzerime şekilsiz, boğucu gölgeler yansıtarak beni eziyor. sokaktan insanlar geçiyor. tüfekler omuzlarında, inzibatlar kol geziyor. etrafımda tek çocuk bile göremiyorum. babam nereye gitti? buraya mı dönecek? yoksa doğruca eve mi gelecek? eve giden sokağa sapıyorum. kırık kemanı, ölmekte olan ve ne pahasına olursa olsun kurtarmak istediğim bir hayvan gibi taşıyarak hızlandırıyorum…”
ketebe yayınları, s.134-136

muazzam bir işçilikle örüldüğü belli olan taş duvarların çevrelediği büyük bir kayısı bahçesiydi burası. bahçe ışıl ışıldı, buhur kokuyordu. fanuslara konulmuş rengârenk mumların etrafında kol kola giren kadınlı erkekli gruplar, neşeyle dans ediyor, gelinlik kızlar etraftaki oğlanları süzüyorlardı. galust yanlarından ayrılıp düğün kalabalığına karıştığı vakit, iki dost çölün ortasındaki bir ev gibi anlamsız kaldılar.
bir ağacın dibine geçip, düğünü seyretmeye koyuldular, biraz daha durup yola çıkmayı düşünüyorlardı. güneş doğmadan kasabada olmalıydılar. ağaç dallarına asılmış kandil fenerlerinin aydınlattığı büyük bahçede vişne, gök, çimen rengi giysileri içinde erkeklerin yüreklerini oynatan bakışlar savuran iri gözlü, esmer benizli, etine dolgun kızlar sıradaki düğünün kendilerininki olması için dualar ediyorlardı içlerinden…
ayaklarını ilginç figürlerle hareket ettiren bir delikanlı, kendinden geçmiş, zurnanın sesiyle beraber düğünü izleyen herkesi coşturmuştu. kâh sağ tarafında dizilen genç kızların önünde oynuyor kâh sol tarafında kendisini alkışlayanları gözlüyor, bir yandan da yabancı oldukları bir kültürün, ananelerini bilmedikleri bir cemiyetin içinde bulunmaktan garip bir haz duyuyorlardı. behzad, dans eden delikanlıyı kasabadaki birine benzettiğini söylemişti ki, yusuf kâinatın var olduğu günden beridir hiç dile gelmemiş bir kelimeyi telaffuz eder gibi söyledi:
“butimar!..”
yusuf’u tepeden tırnağa bir sarsıntı kucakladı, birkaç kez gözünü kapayıp açtı. rüya değildi, zaten rüya olsa bile fark etmezdi. siyah saçlarının bir kısmı, başındaki tülbentten, boynundaki ışıl ışıl parlayan gerdanlığa taşıyordu. ela gözlerine baktı kızın yusuf, kırmızı bir denizdi… yıllardır dökülmek için denizini arayan bir ırmak gibi hissetti kendini. ona dökülmek, ona karışmak istedi. şimdi zaman onunla beraber nefes alıp veriyordu; tik tak, ehh, tik tak, hehh…
karnıyla midesi arasındaki bölge karıncalandı. kıza doğru bir adım atıp kaldı. kız, yusuf’un kendisine bakmak için can atan gözlerini üstünde hissetmiş olacak ki, sağa dönüp o da yusuf’a baktı. uzun süre sustu yusuf, behzad da çok iyi tanıdığı dostunu bu mukaddes ânı doyasıya yaşaması için yalnız bıraktı. butimar’dı bu. rüyalarında gördüğü, âşık olduğu kız! rüyadan düşüp gerçeğe yuvarlanmıştı belli ki; belki de gökte asılı kalmaktan yorulan bir yıldızken yere düşmüştü. tamı tamına rüyada gördüğü gibiydi. sağ yanağının üstündeki küçük ben bile yüzyıllardır oradaymış gibi yusuf’u selamlıyordu.
gözlerini afyonkeşler gibi bir yere sabitlemiş, butimar’ın oturduğu yere bakıyordu.
“behzad, kardeşim.”
“hımm.”
“bu, bu butimar.”
ağırbaşlılıkla gülümsedi behzad.
“fark ettim.”
yusuf duruşunu bozmadan, yaslandığı ağacın karnındaki kara balları gayriihtiyari tırnağıyla kazıyarak butimar’ı izledi, vakit bir hayli geç olmuştu. behzad zorla kolundan tutup onu arabaya bindirene kadar gözlerini kızdan ayırmadı.
şimdi arabaya sırtüstü uzanıp geceyi izlerken sayıklıyordu.
“butimar gerçekmiş behzad. bana baktı o da değil mi? belki o da rüyalarında beni görüyordu…”


behzad bir elinde kamçı, gerisine dönüp müzik bir gülümsemeyle can dostuna bakıp kafasını iki yana salladı. yusuf göğsündeki yakamoz içinde, tuzaktan son anda kurtulmuş bir kuş gibi nefes alıp veriyordu.
şimdi çocuksu bir dikkatle izliyordu hayatı, üstünde tahakküm kuracak bir şeyler aramadan, damıtılmış bir sakinlikle.
geceye uymak böyle bir şeydi.
i̇çinde dünyayı var eden güç, dışarı sarkmak istiyor, kabına zarar veriyordu.
herhangi bir engelle karşılaşmadan kasabaya girdiler. kasaba her zamanki hâlinden daha küçük ve çirkin gözüktü onlara. yusuf evine, behzad arabayı bırakmak için oduncunun oğlunun yanına gitti.
cırlayan böceklerden başka ses yoktu etrafta.
yusuf yatağına uzandığı andan itibaren gözlerini bir an bile kapatmadı. bu gece ardı, onun sonsuzlukla olan zifaf ânıydı. şık olan, cehennemde yanmazdı. butimar’ın yüzünü tahayyül etti, artık rüyasına gelmesine hacet yoktu, kararını vermişti yusuf. yarın, en geç öbür gün şehre gidip butimar’ı bulacaktı. bir an baba abdullah’ın anımsattığı şeyh sanan hikâyesini hatırladı. bir şeyh ile bir hristiyan kızın hikâyesi… “yazgım buymuş, demek ki…” dedi. çamurdan yapılan kuşlara üfleyip onları canlandıran, ruh bahşeden i̇sa nebi’yi düşündü yusuf. butimar’ı ondan istedi.
uykuya dalmadan sayıkladı.
“kimi ruhlar evvelden aşinadır birbirine, bunu biliyorum.”
çevirmen: emirhan burak aydın, konu kitap, s.233-234

saat geç olmuştu, uyuyamıyordum. gece yarısını üç geçene kadar saate baktım çünkü gece rosie’nin vardiyasıydı ve bir şeyler okumak için kalkmadan önce en az iki saat boyunca uyumaya çalışmak zorunda olduğumu söylemişti.
ama bu defa hemen okumaya başlamadım. bu defa, konuşabilir miyiz diye sordum.
sanki uzun zamandır bunu sormamı bekliyormuş gibi gülümsedi. “tabii ki,” dedi, masada yanına oturdum. yalnızlığımdan bahsettim. bende bir şeylerin arızalı olduğunu hissettiğimi söyledim. bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi hissediyordum.
“yalnızlık demek.” sandalyesinde geri yaslandı, bir an beni tanımıyormuş gibi baktı. sonra şöyle dedi: “i̇şte bu iyi bildiğim bir konu tatlım.”
rossie’nin denny adında bir kamyon şoförüyle evli olduğunu biliyordum ama bunun ne anlama geldiğini durup düşünmemiştim. anlaşılan çoğu zaman yalnız kaldığı anlamına geliyormuş. çocukları da çoğu zaman yalnızmış –en büyükleri, yani oğlu bazen ebeveynlik yapmak zorunda kalıyormuş. rosie gece vardiyasında olduğunda çocukları oğlu yatırıyor, sabahları kahvaltıyı o hazırlıyor, herkesin okula vaktinde gitmesini sağlıyormuş. rosie yalnızlığı içinde hissettiğini ama oğlunda aynı şeyi görmesinin daha kötü olduğunu söyledi çünkü kendi hatası olduğunu biliyordu.
“yine de iyi tarafından bakmak zorundayım,” dedi. “denny uzun zaman yanımızda değil, evet. ama güzel bir sağlık sigortamız, hoş bir evimiz var. hem bu kadar uzakta olunca, çoğu insan gibi tartışmaya ya da birbirimizden sıkılmaya zamanımız da olmuyor. gerçekten, mesleği olmasa on beş yıl devam etmezdi ilişkimiz.”
parmaklarını sprey sıktığı buklelerinin içinden geçirip küçük bir kız gibi oynamaya başladı. “biliyor musun, her şeyde bir hayır var,” dedi. “bazen bulmak için daha derini kazmak lazım sadece.”
biraz sessiz kaldı, ben de sustum. “sana gelirsek,” dedi. elimi tutmak için masanın üzerinden uzandı. eli sıcacık ve yumuşaktı. anne elleri. “sen hassassın. bu da fazladan acı, fazladan yalnızlık, fazladan üzüntü demek. ama aynı zamanda fazladan neşe de demek. yapman gereken şey altını bulmak için kazmak. tanrı sana bir kürek verdi, onu nasıl kullanacağını bulmak zorundasın sadece.”
orada biraz daha oturduk, ben kitabımı okuyor, o da nasıl iyi bir kadın olacağınızı söyleyen bir kadın dergisine bakıyordu. sayfaların üzerinden ona bakıp duruyordum, yüzü hem sert hem de yumuşaktı, aynı anda hem yorgun hem de gençti. dergi hakkında ne düşündüğünü, gerçekten umursayarak mı yoksa vakit öldürmek için mi okuduğunu merak ettim. benim hakkımda ne düşündüğünü merak ettim. ama sormadım. kısa bir süre sonra yoruldum. rosie’ye iyi geceler dedim, o da bana iyi geceler diledi. birkaç dakika içinde uyuyakaldım, sihir gibiydi.
çevirmen: meral camcı, bordo siyah, s.6-9

günlerden bir gün –yılın tüm iyi günlerinin en iyisi noel gününde– ihtiyar scrooge muhasebe dükkânında işinin başına çökmüştü. dışarıda dondurucu, insanı âdeta ısıran bir soğuk vardı; üstelik hava pusluydu. scrooge, dışarıda bir aşağı bir yukarı koşuşturup duran, ellerini koltuklarının altına sokmuş, ayaklarını ısıtmak için taşlar üzerinde zıplayan insanların seslerini duyabiliyordu. şehirdeki saatler henüz üçü vurmuş, ama hava çoktan kararmıştı –gün boyu doğru dürüst aydınlanmamıştı zaten– ve mahalledeki işyerlerinin pencerelerinde yanan mumların titrek ışıkları, elle tutulurcasına yoğun ve koyu kahverengi havada kızıl lekeler gibi titreşiyorlardı. sis bütün çatlaklardan, anahtar deliklerinden içerilere kadar sızıyordu ve o kadar yoğundu ki, avlu çok dar olduğu hâlde, karşıdaki evler birer hayalet gibi duruyordu. kirli bulutların çöküşünü ve her şeyi kararttığını gören insan, tabiat ana’nın yakınlarda bir yerde yaşadığını ve kötü bir şeyler yapmaya hazırlandığını sanabilirdi. scrooge, bir sarnıca benzeyen küçük kasvetli bir hücrede mektupları temize çeken kâtibini göz hapsinde tutmak için odasının kapısını açık bırakmıştı.
scrooge’un sobasında çok az bir ateş vardı, ama kâtibin ateşi o kadar azdı ki, tek bir kömürden ibaret gibiydi. gelgelelim adam ateşini besleyemiyordu; çünkü scrooge, kömür kovasını kendi odasında tutuyordu ve kâtip, elinde kürekle scrooge’un odasına ne zaman girecek olsa patronu onu peşinen uyarıp böyle giderse yollarını ayırmak zorunda kalacaklarını söylüyordu. bunun üzerine kâtip beyaz atkısına sarınıp, mum ışığında ısınmaya çalışıyor, fakat hayal gücü zayıf bir adam olduğundan başarıya ulaşamıyordu.
“mutlu noeller dayı! tanrı sizi korusun!” dedi neşeli bir ses. scrooge’un yeğeninin sesiydi bu ve içeri girişi öylesine hızlı olmuştu ki, scrooge onu neredeyse sesiyle birlikte yeni algılayabilmişti.
“peh!” dedi scrooge. “saçmalık!”
sisli ve soğuk havada yaptığı hızlı yürüyüş onu öylesine ısıtmıştı ki, yakışıklı yüzü al al, gözleri pırıl pırıldı ve nefes alıp verdikçe ağzından dumanlar çıkmaktaydı.
“hiç noel saçma olur mu dayı!” dedi scrooge’un yeğeni. “herhâlde böyle demek istemediniz, değil mi?”
“i̇stedim! mutlu noellermiş! mutlu olmaya ne hakkın var senin? mutlu olmak için bir nedenin var mı? yeterince yoksulsun zaten!”
“pekâlâ, ” diye karşılık verdi yeğen aynı neşeyle. “peki, öyleyse sizin mutsuz olmaya ne hakkınız var? neden bu kadar karamsarsınız? yeterince zenginsiniz!” bu söze o an için verilecek iyi bir yanıt bulamayan scrooge, “peh!” dedi, sonra “saçmalık!” diye ekledi.
“sinirlenmeyin dayı.”
“bunca aptalla dolu bir dünyada yaşarken...” dedi dayısı, “başka ne yapabilirim. mutlu noellermiş! noelleri batsın! cebinde paran olmadığı hâlde sana fatura ödeten bir gün olmasının dışında nedir ki noel senin için? kendini bir yıl daha yaşlanmış bulup da hayatını bir saat bile zenginleştiremediğin; hesap defterlerini dengelemeye çalışırken, giderlerinin her geçen ay arttığı gerçeğiyle yüzleştiğin bir zaman olmanın dışında? bana kalırsa...” diye kızgınlıkla sürdürdü: “ağzından mutlu noeller dileği çıkan her aptalı, kendi noel aşında kaynatıp, kalbine saplanmış kutsal bir kazıkla gömmeli. i̇şte o kadar!”
“dayı!” diye yalvardı yeğen.
“yeğen!” diyerek haşin bir sesle karşılık verdi dayı. “sen istediğin gibi kutla noel’ini ve bırak ben de istediğim gibi kutlayayım.”
“kutlamak mı? ama siz noel’i kutlamıyorsunuz ki.”
“bırak da bunu ben düşüneyim. noel sana iyilikler getirsin!” dedi scrooge. “sanki bugüne kadar bir hayrını gördün de!”
“bugüne kadar hayrını görebileceğim hâlde değerlendiremediğim çok şey olduğunu söyleyebilirim, ” diye cevap verdi yeğen, “noel de bunlardan biri. fakat noel’i – kökenindeki kutsallıktan kaynaklanan saygınlığından bağımsız olarak– mutlu bir gün, iyi, cömert, merhametli bir gün olarak düşündüğümü kesinlikle söyleyebilirim. koskoca yıl boyunca kadınıyla erkeğiyle herkesin, kimseye açmadıkları kalplerini özgürce açmaya gönüllü oldukları, kendilerinden yoksul olanları bile ebedi yolculuğun yoldaşı olarak benimsedikleri ve onları farklı ırkların, farklı yolların yolcuları olarak görmedikleri tek gündür noel. i̇şte bu yüzden dayı, bugüne kadar cebime ne bir altın ne de bir gümüş lira koymamış olduğu hâlde, bana iyilik getirdiğine ve getirmeye de devam edeceğine inanıyorum. ve tanrı bu günü kutsasın diyorum!”
hücredeki kâtip çekinerek alkışladı bu konuşmayı. ancak durumun yakışıksızlığını son anda fark ederek ateşi karıştırdı ve böylece son kor parçasını da sonsuza kadar söndürmüş oldu.
kâtibe, “çıt çıkardığınızı duymayayım, ” dedi scrooge, “yoksa noel’i bir işsiz olarak kutlarsınız! oldukça iyi bir konuşmacısınız bayım, ” diye ekledi sonra yeğenine dönerek. “neden parlamentoya girmiyorsunuz, merak ettim.”
“sinirlenmeyin dayı. hadi! gelin yarın akşam bizimle yemek yiyin.”
scrooge, ona, hangi koşullarda gelebileceğini söyledi. evet, gerçekten de söyledi. onu ille de görecekse, bu korkunç yerde görürdü.
“ama neden?” diye haykırdı yeğen. “neden?”
“peki, sen neden evlendin?”
“çünkü âşık oldum.”
“çünkü âşık oldun!” diye homurdandı scrooge, noel’i kutlamaktan daha gülünç olan bir şey varsa dünyada, o da âşık olmaktı. “uğurlar olsun!”
“sanki ben evlenmeden önce geliyordunuz da. şimdi de gelmemenizin bahanesi evlenmiş olmam mı?”
“uğurlar olsun!” dedi scrooge.
“sizden hiçbir şey istemiyorum, hiçbir beklentim de yok; neden dost olamıyoruz?”
“uğurlar olsun!” dedi scrooge.
“sizi böylesine kararlı gördüğüm için çok üzgünüm. şimdiye kadar aramızda benden kaynaklanan hiçbir sorun olmadı. bu tartışmaya da noel’in yüzü suyu hürmetine giriştim ve noel keyfimi bozacak da değilim, en azından noel boyunca. tekrar mutlu noeller dayı.”
“uğurlar olsun, ” dedi scrooge.
“ve mutlu yıllar!”
“uğurlar olsun, ” dedi scrooge.
çevirmen: sönmez güven, i̇thaki yayınları, s.171-173

benliği bir kasırgaya, dev bir okyanus dalgasına, şimşekli bir geceye dönüştü. siddhartha muazzam bir çığla sürüklendiğini, ezildiğini, boğulduğunu ve gömüldüğünü hissetti. duyduğu son şey boğazından yükselen kahkahaydı. kendine gelinceye dek ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu. uyanışı bu kez çok yavaş olmuştu ve bilincine kavuştuğunda kendini iblislerin hizmetçi olarak yürüdükleri bir yerde buldu. zihinsel bitkinliğinin son uyuşturucu bağları da çözüldüğünde çepeçevre tuhaflıklarla sarılmıştı. tam bir curcuna sürüp gidiyordu. i̇blislerin cesetleri ayaklandırdığı ve kurbanlarını kovalatıp onlara saldırttığı zindanlarda partiler düzenleniyordu. karanlık mucizeler gerçekleştirilmişti: taht odasının mermer döşemesinden yükselen yamru yumru ağaçlardan oluşan koni gibi... i̇çinde insanların hiç uyanmadan ve kâbustan kâbusa geçerek uyudukları bir koni. ama çevresinde daha farklı bir tuhaflık vardı bugün. taraka artık memnun değildi.
siddhartha'nın benliğini kendi varlığının içinde bir kez daha hissetmeye başladığında, “buddha'nın laneti nedir?” diye sordu yine.
siddhartha hemen yanıt vermedi.
i̇blis konuşmaya devam etti: “yakın bir günde sana bedenini geri vereceğimi sanıyorum. bu eğlenceden, bu saraydan usandım artık. yorgun düştüm ve galiba gökyüzü’yle savaşa tutuşacağımız gün de yaklaşıyor. buna ne dersin, i̇blis tutan? sana sözüme sadık kalacağım, demiştim.”
siddhartha ona yanıt vermedi.
“hoşnutluğum gün geçtikçe azalıyor. bunun nedenini biliyor musun, siddhartha? tuhaf duyguların niçin üzerime geldiğini, en güçlü anlarımı zayıflattığını, neşeyle dolmam, coşmam gereken yerde beni zayıflatıp yıldırdığını, bana söyleyebilir misin? bu mudur buddha'nın laneti?”
“evet,” dedi buddha. “kaldır o zaman lanetini, i̇blis tutan ki derhâl yola çıkayım. bu etten pelerini sana geri vereceğim. yükseklerin soğuk, temiz rüzgârlarını özledim! salar mısın şimdi beni?”
“artık çok geç, ey rakasha şefi. bunu üzerine kendin çektin.”
“neyi? beni bu kez nasıl bağladın?”
“balkonda çekiştiğimiz sırada benimle nasıl alay ettiğini anımsıyor musun? benim de senin gibi acı vermekten zevk aldığımı öne sürmüştün. haklıydın, çünkü her insan yüreğinde hem karanlık hem de aydınlık olanı taşır. i̇nsanoğlu birçok parçanın bileşkesidir; senin bir zamanlar olduğun gibi saf, berrak bir ateş değildir. zekâsı sık sık duygularıyla çatışır, istenci ihtiraslarıyla... ülküleri çevresine ters düşer ve eğer onların peşi sıra giderse, eskiyi nasıl yitirmekte olduğunu yüreği sızlayarak görür. ama onların peşi sıra gitmezse bu kez de yeni ve soylu bir düşü yüz üstü bırakmanın acısını duyar. ne yaparsa yapsın, bir kazanç ve bir kayıp, bir kavuşma ve bir ayrılık hissedecektir. gidenlerin ardından yas tutar ve yeni olandan korkar. mantığı geleneğine ters düşer. duyguları, diğer insanların ona zorladığı kısıtlamalara karşı çıkar. bunların sürtüşmeleri sonucunda ise, senin insanoğlunun laneti dediğin ve hor gördüğün şey doğar: vicdan!”
“şunu bil ki, aynı bedende bir arada var olduğumuzda ve senin usullerini bir dereceye kadar ve her zaman isteksizce de olmayarak paylaştığımda, izlediğimiz tek yönlü bir yol değildi. sen benim istencimi kendi keyfine göre saptırırken, senin istencin de, yaptığın kimi şeylere karşı duyduğum tiksintiye koşut olarak sapmıştı. sen vicdan adı verilen şeyi öğrendin ve sonsuza dek onun gölgesi yediğin ete ve içtiğin içkiye vuracak. hoşnutluğun işte bu nedenden bozuldu. i̇şte bu nedenden şimdi kaçmak geliyor içinden. ama bunun sana bir faydası olmayacak. nereye kaçarsan kaç, o da seni izleyecek. soğuk, berrak rüzgârların diyarına seninle birlikte yükselecek. nereye gidersen git, ensende olacak. budur işte buddha’nın laneti!”
taraka elleriyle yüzünü kapadı.
“ağlamak buymuş demek,” dedi bir süre geçtiğinde.
siddhartha yanıt vermedi.
çevirmen: alev bulut, notos kitap, s.11-14

perili ev
ne zaman uyansanız kapanan bir kapı duyardınız. el ele odadan odaya dolaşan, şurayı kaldırıp burayı açan, bir şey arayan –hayalet bir çift.
“burada bırakmıştık,” dedi kadın. erkek ekledi, “evet ama burada da,”
“yukarıda,” diye mırıldandı kadın. “ve bahçede,” diye fısıldadı erkek. “yavaş,” dediler, “yoksa uyandıracağız.”
oysa uyandırdığınız filan yoktu. kesinlikle. “onu arıyorlar; perdeyi çekiyorlar,” deyip bir iki sayfa daha okunabilirdi. “i̇şte buldular,” denebilirdi emin, kalemi satır bitimine dayayıp. sonra okumaktan yorulunca insan kalkıp gözleriyle görebilirdi, bomboş evi, açık kapıları, keyifle uğurdayan güvercinleri ve çiftlikten gelen harman dövme makinesinin uğultusu dışındaki sessizliği. “peki, ben buraya niçin girmiştim? ne bulmak istiyordum?” ellerim boştu. “belki de yukarıdadır?” elmalar tavan arasındaydı. ve tekrar aşağıya; bahçe her zamanki sessizliğinde, yalnızca kitap çimenlerin üzerine düşmüş.
ama oturma odasında bulmuşlardı onu. kimse görmemişti doğal olarak. camlardan elmalar, güller yansıyordu; bütün yapraklar yeşil görünüyordu camda. oturma odasında dolanırlarken elma yalnızca sarı yüzünü gösteriyordu. bir an sonra, kapı açılsa, yerlere saçılmış, duvarlarda asılı oluyor, tavandan sarkıyordu –ne? ellerim boştu. halıdan bir ardıç gölgesi süzüldü, güvercin uğurtusunu sessizliğin en derin kuyularından geçip çıkardı. “tamam, tamam, tamam,” diye atıyordu evin yüreği usul usul. “gömü saklı; odada…” yürek soluk soluğa duruyordu. yoksa, gömü bu muydu?
bir an içinde ışık soluklaşmıştı. öyleyse dışarıda, bahçede mi? ağaçtan güneşin kol gezen ışınlarını gölgeliyordu. öylesi güzel, öylesi eşsiz ve dingin derinlere gömülmüş, aradığım ışık aslında hep camın ardında yanıyormuş. ölüm camdı; ölüm aramızdaydı; önce kadına gelmiş, yüzlerce yıl önce bütün pencereleri sürgüleyerek evden ayrılmış; odalar karanlıkta kalmıştı. erkek evi terk etti, kadını da, kuzeye gitti, doğuya gitti, güney semalarında yıldızları izledi; evi aradı, onu yamacın dibine atılmış buldu. “tamam, tamam, tamam,” diye atıyordu evin yüreği coşkuyla. “gömü sizin.”
rüzgâr sokakları dövüyor. ağaçlar bir o yana bir bu yana yatıyor. ay ışığı yağmurda rastgele dökülüp saçılıyor. ama lambanın ışığı tam pencereden geliyor. mum sessiz sessiz yanıyor. hayalet çift evin her köşesinde dolanıp camları aralıyor, bizi uyandırmamak için fısıldaşarak mutlu günleri arıyor.
“burada yatardık,” diyor kadın. “sayısız öpüşlerle,” diye ekliyor erkek. “sabah uyanınca-”, “ağaçların arasındaki gümüş-”, “yukarıda-”, “bahçede-”, “yaz gelince-”, “kışın karda-” uzakta kapılar bir yüreğin atışı gibi hafifçe çarpılarak kapanıyor.
yaklaşıyorlar, kapının eşiğinde duruyorlar. rüzgâr esiyor, yağmur camdan gümüş damlalarını süzüyor. gözlerimiz kararıyor, yanımızda ne adım sesleri duyuyoruz ne de hayali pelerinini savuran soylu kadını görüyoruz. erkek, ellerini fener ışığına siper ediyor: “bak,” diyor soluk soluğa. “derin uykudalar. dudaklarında sevgi-”
durup gümüş lambalarını üzerimize tutarak uzun uzun bakıyorlar bize. öyle bir süre kalıyorlar. rüzgâr yine geziniyor; alev cılız, titrek. ay ışığının inatçı demetleri yeri, duvarı geçiyor ve donuk yüzleri; düşünceli yüzleri; uyuyanları gözleyen, onların gizli mutluluğunu arayan yüzleri bulup gölgeliyor.
“tamam, tamam, tamam,” diye atıyor evin yüreği gururla. “yıllar sonra –“ diye iç geçiriyor erkek. “yine buldun beni.”
“burada,” diye mırıldanıyor kadın, “uyurken; bahçede okurken, kahkahalar atar, tavan arasında elmalarla oynarken. gömümüzü buralarda bırakmışız.” yaydıkları ışıktan gözkapaklarım aralanıyor. “tamam! tamam! tamam!” diye atıyor evin yüreği hızla. haykırarak uyanıyorum.
“deme buymuş gömünüz? yürekteki bu ışık.”
yapı, s.14-16

durgun yaz; akşamüzerleri daha bir sıcak oluyordu. öğle saatlerini balkonda kitap okuyarak geçirdim. kıpırtısız bahçe, gölgenin usul usul yer değiştirmesi. böylece muzip yaprakların, harflerin üzerinde gezinişi. kitabın seğirmesi. sonra seslerin yüzeye çıkışı. kitabın balkon masasına bırakılması, kapıya yöneliş, mutfak penceresinden apartmanın önüne bakış: mehmet gelmiş. çıkıp arabaya bindim ama huzurum kaçtı; mehmet’in yüzünde kendi kayıp ömrümü gördüm. oysa zamanında kendimi kurtardığımı düşündüğüm olmuştu. oraya, demiştim, gittiğinde gazeteler, kokularını yitirmiş oluyor. kâğıtlar yumuşamış. elbette, kurtulmanın başka kazançları da vardı; daha dinç bir görünüş, daha kıvrak bir zekâ, bilgi, ifade, olanaklar. peki, şimdi yaşadığım ne, dedim, bende olmayan ne var onda? “kimsenin bilmediği bir yol biliyorum” dedi mehmet.
“oradan gideriz, hem daha çabuk olur, hem de manzara görürsün; yol üzerinde bir de kavaklık var. ama önce içkileri alalım.”
“peki” dedim. durup birbirimize bakıyorduk. saçları dökülmüştü. yine de benimkinden iyiydi. göbeği vardı, parmakları iri, yumuşak birer boru gibiydiler. bıyıklarında aklar vardı. mehmet’ten geriye hiçbir şey kalmamıştı. belki gözleri vardı biraz, aynı ışıltıyla parıldayan. belki buydu. gözlerin ışıltıyı kaybetmesi. ben buna uğramıştım, oysa böyle bir şeyi hiç düşünmemişti.
“keyfin yerinde mi?” diye sordu.
“haberlerini alıyorum gerçi, sahi kaç yıl oldu, zaman geçiyor abicim.”
“evet,” dedim, “hem de nasıl.”
“dur bakalım,” dedi, “senin paran geçmez burada.”
“olur mu?” dedim.
“olmazsa olmasın” dedi. çıkıp içkileri arabanın bagajına yerleştirdik. şişeler birbirine çarptı. “çınlamayı duyuyor musun?” dedi. “olay, bu!”
hava kararmaya başlamıştı. konuşmuyorduk. bir ormanın içinden geçiyorduk. burası, sözünü ettiği kavaklık olmalıydı. buralarda böylesine büyük bir orman bilmiyordum.
“çok güzelmiş” dedim.
“i̇stersen biraz dur, birer sigara içelim.”
“olur,” dedi.
sigaramı söndürürken farkına vardım: yola kocaman bir sincap inmişti. yolun tam ortasında durmuş, bacaklarını birleştirmiş bize bakıyordu. her şeyi görüyordum; gerilmiş boynu inip inip kalkıyordu, bıyıkları titriyordu.
“sincaba bak,” dedim.
“hadi gidelim,” dedi.
“boş ver sincaba falan.”
arabaya bindik. mehmet motoru çalıştırdı. homurtunun yayılmasıyla birlikte sincap da önümüze düşmüş bir kılavuz gibi sırtını dönüp yürümeye başladı. “hayvan kafayı yemiş” dedi mehmet.
böylece yine derin bir uykuya dalmak istedin. oysa otobüste uyuyamıyorsun. olsun. uyuyan biri gibi görünmek de dinlendirir insanı. bunu uzun zaman önce anladın. sevdin de. biliyorsun; evde de işine yaradı bu. kimi geceleri, gözlerini yumarak geçirdin. acıyla kıvrandığın gecelerdi bunlar. acı, dışarıdaki bir şeydi, uyuduğunu anladığında, kapanıp üzerine, seni serin bir yorgan gibi sarıyordu. sen de yatağına uzanıp gözlerini kapatıyor ve onunla yüzleşmeye çalışıyordun.
buraya hiç gelmemeliydim, diye geçirdim içimden. dinlenmemeliydim hiç ya da bunu evde yapmalıydım. gözlerimde seğiren karanlığa baktım, yorganı çektim üzerime. yorulmuştum.
i̇le, s.7-9

bazen üzülmekle sevinmek arasında bir yerde dururuz. ressam ebuzer kayacı da bu hâldeydi. “kurdu boğan adam” adlı tablosu dört yüz bin dolara satılmıştı ama bu durum karşısında ne mutlu olmuştu ne de mutsuz: tablonun beklediğinden iyi bir fiyata satılması ve para kazanması güzel bir şeydi elbet. bir yandan da hayatının unutulmaz anlarından birini anlattığı için bu eserin elinden çıkmasına üzülüyordu. kaldığı otel odasını karmaşık hislerle adımlarken telefonu çaldı. arayan, “kurdu boğan adam” tablosunu koleksiyonuna katan ünlü iş insanı ve koleksiyoner adem bakırcı idi; kendisiyle bir akşam yemeği yemek istiyordu. ebuzer, biraz da sıkıntılı hâlinden uzaklaşmak için teklifi kabul etti ve aynı akşam boğaz’a nazır bir balık restoranında buluştular. adem bey, eşi neriman hanım’la gelmişti. masaya oturur oturmaz ebuzer’in yeteneğini ve satın aldıkları tabloyu övmeye başladılar, yemek boyunca da resim üzerine sohbet ettiler. ebuzer, adem bey’in resim bilgisine hayran kalmıştı. yemekten sonra ikram edilen özel şaraplarını yudumlarken adem bey, “artık resmin hikâyesini de duymak istiyoruz ebuzer bey,” deyince ressam bir an sustu. anlatmakla anlatmamak arasında kaldı. adem bey ise ısrarcıydı, “çok merak ediyorum koleksiyonumda yer alan bu şaheserin hikâyesini. i̇nanır mısınız, ofisimde bir saat boyunca onu izledim. bilhassa resimdeki adamın yüz ifadesi etkiledi beni. hüzünlü ve bir o kadar da cesur bir yüz ifadesi... hayran kalmamak elde değil. bir de sonuçta o kadar para verdim, hikâyeyi bilmek hakkım sanırım,” deyince ebuzer de neriman hanım da güldüler. ebuzer kendini toparlayıp anlatmaya karar verdi. “biliyorsunuz, ben adıyaman’ın bir köyünde doğup büyüdüm. liseden sonra da mimar sinan güzel sanatlar fakültesi resim bölümü’nü kazanıp i̇stanbul’a geldim. ardından fransa’da yüksek lisans ve doktoramı yaptım. hâlâ da fransa’da yaşıyorum ya, yirmi yıl olmuş üniversiteyi bitireli. galiba yaşlanıyorum artık. yaptığım resimlerin hemen hemen hepsinin esin kaynağı, köyümde yaşayıp gördüklerimdir. ‘kurdu boğan adam’ı da köyümde yaşadığım ilginç olayların birinden yola çıkarak yaptım. güneydoğulular kalabalık aile sever ve bu yüzden fazla çocuk yaparlar. bizim aile, köyün en az nüfusa sahip ailesiydi: ben, kız kardeşim yasemin, annem ve babam. dedemlerin ayrı evleri vardı. tek gözlü ev derler bizim orada, tek odalı bir ev... çok paramız olmadığı için evimizi tarlamızın içinde yapmıştık. hepi topu kırk haneden oluşan köyümüze iki kilometre uzaklıktaydı evimiz. yedi koyunumuz vardı. babam ahırı da elleriyle yapmıştı; kerpiç taşlarla ve dağdan toplayıp getirdiği uzun ağaç dallarıyla. evimizin bahçe duvarını da tarladaki büyük taşlarla örmüştü. babam yalnız bizim koyunların değil, köydeki tüm koyunların da çobanıydı. köy halkı aralarında para toplayıp babama maaş gibi ödeme yapardı. babam da karşılığında her gün köydeki tüm koyunları, inekleri ve keçileri dağlara otlatmaya götürürdü. onun çobanlıktan kazandıklarıyla yaşamaya çalışıyorduk. babam... uzun, püskül gibi sakalları ve hayat dolu bakışları... ona hayrandım. dal gibi uzun, geniş omuzlu, çok güçlü bir adamdı. bakışları hüzünlüydü. gülüşü bile hüznünü gölgeleyemezdi. ona baktığımda, hayata karşı zırhını kuşanmış bir savaşçı görürdüm. bir gün hayatımda hiç görmediğim kadar çok kar yağdı köyümüze. dokuz yaşındaydım. köydeki herkes hayvanlarını ahıra kapatmıştı. biz de öyle yapmıştık. babam ve annem bile daha önce böyle kar yağdığını görmemişlerdi. hepimiz sobanın başına toplanmıştık. babam, rüzgârın sesinden korkan yasemin’i kucağına almış, masallarla teselli etmeye çalışıyordu. derken köye inen üç aç kurt evimizin bahçesine girdi. babamın taşlarla ördüğü duvar fırtınanın şiddetinden yıkılmıştı. açlıktan gözleri dönmüş kurtlar o yıkık yerden bahçemize girip ahırımızın tahta kapısına dayanmıştı. ben, annem ve yasemin korkulu gözlerle evimizin penceresinden kurtlara bakıyorduk. babam ‘kurmalı silah’ dedikleri av tüfeğine kurşunları yerleştirip pencereden üç el ateş etti ama kurtlardan sadece birini öldürebildi. fırtınadan ötürü hedefi görmekte zorlanıyordu. diğer iki kurdun pencereye yaklaşmasını bekledi ama gelmediler. allah’tan penceremizin parmaklığı vardı. yoksa kurtlar pencereden atlayıp içeri bile girebilirdi. açlık hayvana da, insana da her şeyi yaptırır. babam tüfeğini yine doldurdu. bu sefer de isabet ettiremedi. çok sinirlendi, küfürler savurdu. kurtlar durmuyor, ahırın kapısını zorlamaya devam ediyorlardı. bir insanın omzuyla kapıya abanması gibi kurtlar da var güçleriyle kapıya atlıyorlardı. koyunların korku dolu sesleri ve kurtların hırıltıları rüzgâr sesine karışıyordu…
çevirmen: kâmuran şipal, yapı kredi yayınları, s.9-11

bir avusturya kentinde çocukluk
ekimin o güzelim günleri, radetzky caddesi’nden inerken şehir tiyatrosu’nun yanı başında güneşe karşı bir küme ağaç çıkar karşınıza. yemiş vermeyen koyu kırmızı kiraz ağaçlarının önündeki ilk ağaç güz mevsimiyle öylesine tutuşmuş yanar, öylesine iri bir altın benek oluşturur ki, meleklerden birinin elinden düşürdüğü bir meşale sanırsınız. ve yanar durur ağaç, ne güz rüzgârı, ne dona çeken hava onu bir türlü söndüremez. bu ağaç ortada dururken, kim yaprak dökümünden, kim ak ölümlerden söz açabilir bana? kim gözlerimle onu kucaklamaktan, onun dünyanın özünü oluşturduğuna ve bu saatte parıldadığı gibi ileride de hep benim için parıldayacağına inanmaktan beni alıkoyabilir? ve derken ağacın ışıltısında kent de seçilir yeniden: koyu renk kiremit perçemleriyle hastalıktan yeni kalkmış gibi sarı soluk evler ve kentin göbeğinde demir atan bir tekneyi bazen gölden alarak sularında taşıyıp getiren bir kanal. sağladıkları çabukluktan ötürü taşıma işinde tren ve kamyonların kullanılmasından beri ölü bir hava esmektedir limanda; ama çiçeklerle yemişler eskisi gibi yüksek rıhtımdan kirli sulara düşer, karlar dallardan dökülür, karlar eriyince sular gürül gürül yukarılardan akar, derken bir kez daha kabarmak ister kanal, bir dalgayı tutup kaldırır, dalgayla bir tekne kalkar, bizim gelişimizde çekilmiştir alacalı yelkeni. kentin fazla çekici yanı bulunmadığından, başka kentlerden buraya göçenler seyrek olmuştur; toprakları kendilerine zamanla ufak gelen aileler köylerden inmiş, her taraftan daha ucuz kenar mahallelerde bir çatı altı bulup başlarını sokmaya bakmışlardır. yerleştikleri yeni yerlerde tarlalar, taş ocakları, büyük sebze bahçeleri de vardır; arsalar vardır, kentin yoksulluk içinde yüzen sakinleri nafakaları olan pancar, lahana ve fasulye gibi ürünleri yıllar yılı ekip biçmişlerdir burada. kollarını sıvayıp kendilerine kiler kazmışlar, temel suları içinde dikilmiş, baharla güz arası kısa süreli akşam vakitlerinde uğraşıp didinerek evlerinin çatı kirişlerini kendileri hazırlamışlardır. ölmeden evinin çatısını çatıp da dostlarına bir ziyafet çekenleri çıkmış mıdır içlerinde, tanrı bilir.
ama ev falan düşündükleri olmamıştır çocukların, çünkü çingeneler gelip kısa bir süre gömütlükle havaalanı arasındaki sahipsiz araziye konduklarında, bir başka dil konuşup patates közlemesi yapmak için ateşler yaktıklarında, çocuklar uzakların kararsız kokularıyla erkenden tanışmışlardır.
geçit sokağı’ndaki büyük kira evinde çocuklar oyun oynamak istediler mi, ayakkabılarını çıkarıp çorapla oynarlar, çünkü hemen altlarında ev sahibi oturur. fısıldayarak konuşmalarına izin vardır ancak ve fısıldayarak konuşma yaşam boyu artık yakalarını kurtaramayacakları bir alışkanlığa dönüşür. okula gittiklerinde bağırır öğretmenleri: dayak mı istiyorsunuz ağzınızı açmak için. dayak mı... seslerini çıkarsalar paylanırlar, çıkarmasalar paylanırlar, ara yere, sus pus, davranışlarını yerleştirmeye çalışır çocuklar. bir oyun vardır da haydutlar bu oyunda oradan geçtikleri için geçit sokağı denmemiştir sokağa. ama çocuklar hayli bir süre öyle sanmışlardır. ne zaman ki bacakları güçlenip kuvvetlenmiş, uzaklara açılabilmişler, o zaman geçidi görmüş, viyana’ya giden trenin geçtiği küçük altgeçidi görmüşlerdir. havaalanına varmak isteyen meraklılar altgeçitten geçmiş, kırlara dalarak güzsü işlemeler içinden vurup gitmişlerdir. kim akıl ettiyse, biri çıkıp havaalanı gömütlüğün yanı başına yapılsın istemiştir, k. kentinde oturanlar da bunu kısa süreli eğitim uçuşları sırasında düşüp ölen acemi pilotların gömülmesi bakımından uygun görmüşlerdir. ama pilotlardan, kimsenin hatırı için uçağı düşen olmamıştır. çocuklar: uçak! uçak! diye bağrışmıştır hep. uçak gördüklerinde sanki tutacakmış gibi ellerini uzatmış, hayvan başlarıyla çeşitli kurtçuklar arasında dolaşan pilotların ardı sıra bakarken hayvanat bahçesini andıran bulutlara dalıp gitmişlerdir.
çocuklar çikolatalardan yaldızlı kâğıtları çıkarıp ağızlarına tutmuş, “maria saal’ın çanları” melodisini çalmışlardır. okulda bir doktor hanım bit var mı diye başlarına bakmıştır. saatin kaçı vurduğundan hiç haberleri olmamıştır, çünkü büyük kilisenin saati durmuştur. okuldan da her vakit eve geç dönmüşlerdir. ah bu çocuklar!
çevirmen: feyza zaim, can yayınları, s.9-10

okuyorum. hastalık gibi bir şey bu. elime ne geçerse, gözüm neye değerse okuyorum: dergiler, okul kitapları, ilanlar, sokakta bulduğum kâğıt parçaları, yemek tarifleri, çocuk kitapları. kâğıda basılmış ne varsa. dört yaşındayım. savaş henüz başlamış. o zamanlar, tren garı hatta elektriği, suyu, telefonu bile olmayan küçük bir kasabada yaşıyoruz. babam kasabadaki tek öğretmen. birinci sınıftan altıncı sınıfa kadar tüm öğrencilere o ders veriyor. aynı sınıfta. okulu evimizden teneffüs avlusu ayırıyor yalnızca, okulun pencereleri annemin sebze bahçesine bakıyor. salonun en üst penceresine tırmandığımda önde, ayakta, karatahtaya yazı yazan babamla birlikte bütün sınıfı olduğu gibi görüyorum. babamın sınıfı, tebeşir, mürekkep, kâğıt, huzur, sessizlik, kar kokuyor, yazın bile. annemin büyük mutfağı, ölü hayvan, haşlanmış et, süt, reçel, ekmek, ıslak çamaşır, bebek çişi, kargaşa, gürültü, yaz sıcağı kokuyor, kışın bile.
hava dışarıda oynamamıza izin vermediğinde, mutfakta bebek her zamankinden de fazla ağladığında, oğlan kardeşimle ben çok fazla gürültü ve yaramazlık yaptığımızda, annem “ceza” olarak bizi babamızın yanına gönderiyor. evden çıkıyoruz. oğlan kardeşim yakacak odunların istiflendiği sundurmanın önünde duruyor.
“burada kalmak istiyorum ben. odun keseceğim.”
“tamam. annem sevinir.”
avluyu geçiyorum, sınıfa giriyorum, kapının yanında duruyorum, gözlerimi yere dikiyorum. babam, “yaklaş,” diyor.
yaklaşıyorum. kulağına fısıldıyorum.
“cezalıyım… annem…”
“başka bir şey?”
“başka bir şey?” diye soruyor bana, çünkü bazen annemin bir notu oluyor, hiçbir şey demeden iletmem ya da söylemem gereken bir kelime: “doktor”, “acil durum” ya da bir sayı: 38 ya da 40. hepsi de çocukluk hastalıkları geçirip duran bebek yüzünden.
babama, “hayır. başka bir şey yok,” diyorum.
resimli bir kitap veriyor bana.
“geç otur.”
sınıfın en arkasına gidiyorum, orada en büyük çocukların arkasında boş sıralar oluyor hep. i̇şte böylece çok küçük yaşta, farkına bile varmadan, tamamen tesadüf eseri, iflah olmaz okuma hastalığına yakalanıyorum. annemin yakınlarda bir şehirde oturan anne babasının ışığı, suyu olan evine ziyarete gittiğimizde dedem elimden tutuyor, birlikte kapı kapı konu komşu gezmeye çıkıyoruz. dedem redingot ceketinin büyük cebinden bir gazete çıkarıyor ve komşulara diyor ki, “bakın! dinleyin!” bana da şöyle diyor: “oku.”
okuyorum ben de. akıcı bir şekilde, hiç hata yapmadan, benden istendiği gibi hızlı hızlı.
çevirmen: samet yalçın, sinan oruç, kolektif kitap


eğimli arazide hafif uzamış çimenler, kış ışığında kurumuş gül ağaçları. her gün aşağı yukarı aynı saatlerde ortaya çıkan bir nar bülbülü yuvasını gül ağacına kurdu. şeylere çok fazla dikkat sarf etmemeliyiz, sadece ara sıra hayati dengesizlikleri var mı diye bakarız, sonrasında onlar yumuşakça bir sır çıkarıverirler açığa.
doğa her şeyi hafızada tutsa da yansıtmadığı her şeyin –ışığın, gecenin, soğuğun, karın– içinden geçmesine izin veren saydam, fakat yine de mutlak bir mevcudiyettir. kış sahilinin soğuk kumu, kısa keskin dalgalar; gülerek voleybol oynayan, saçları uçuşan dört kız; bütün yaşamları burada yuvalanmış, bedenlerinde toplanmış, dokunulmamış. bunu bilmeden. parmaklarının arasından kayan kum; denizin parlattığı ve yıprattığı küçük cam parçaları, onları toplayan elin dokunuşuna kayıtsız. bir önceki geceden ve eski zamanlardan kalma, hâlâ soğuk olan kum; görünüşe bakılırsa ölümden habersiz, taşların, ışığın, çocukların yavaş yavaş kaybolan seslerinin altına gömülmüş.
kar, akşam güneşiyle yumuşaklığa dönüşür.
kayısı renginde bir hırka, duyusal olanın nişanesi; çocuğun fetişizmi.
beyaz gök, hiçbir yerinde en ufak bir gölge bile yok. karda dönen açık kollar. aşağısı ya da yukarısı kalmamış artık. i̇nce, parçalı ışık kıymıkları.
bir koku, bir an. meraklı bir çocuğun aralık bıraktığı banyo dolabı. devrilmiş bir şişe. tarçın, amber ve bir başka şey; böyle bir hatıradan kimse sağ çıkmıyor. bir kokunun aniden mevcut kıldığı bütün olası hayatları düşünürsün. yuvarlak, hassas. koku şeylere çizgilerini geri verir; çünkü şeyler yalnızca bu renksiz yoğunlukla var olurlar. hepsi bir arada; bir teni, bir atmosferi anımsatan koku; hafızada bulunan ve bize ait olmadan bizde hareket eden şeyi serbest bırakan koku…
yumuşaklığın düşünceyle hayret verici bir bağlantısı vardır.
kozmonotların, kuyruklu yıldızların onunla paylaştığı bir hafiflik duygusu. yumuşaklık cildi cilt olmaktan azat eder, yankılanmaz, içine karışıp kaybolur, manzaranın çizgilerinin etrafında kıvrılıp durur; hiçbir şeyin tadını kaçırmaz, şeylere yer verir ve gölgelerin ağırlığını götürür. yumuşaklık sürgünlerin seslerinin içine gizlenir; orada geçişinin bir yankısını ve ses aralığındaki kavranamaz hafifliği bulur.
dünyayı yumuşakça tecrübe etmek, duyularımız hammışçasına.
kaygı bedene, yumuşaklık onu terk ettiğinde gelir.
yumuşaklığın eksik olduğu, umutsuzca açık, susuz göklerden konuşmalıyız. göklerle karşılaştırılabilir ruh hâllerimizden… i̇çimize sürgün edildiğimizde, hiçbir şey bize dokunmuyormuş gibi gözükürken…
yumuşaklık bir sükûnettir. fırtınanın kalbinden, fırtınanın zincirinden boşanmış kuvvetine tanıklık ederek ama kendisi bundan etkilenmeden yayılır. sükûnet en yüksek güçtür.
görünmez bir satranç tahtası üzerindeki atlar gibi i̇sa’nın doğumunu simgeleyen figürleri yerde hareket ettiren küçük kızla oynarsın. koyun, keçi, yemlik, bilge adam. bize ait bir gökyüzünde bir dolu takımyıldızı. çocukla paylaşılan bu zaman sonsuzca kıymetlidir. benliğin içinde bir düşünce ve dünya yaratır; beklentimizin bu gölgesini başka bir yere, korunaklı bir yere koyar. yumuşaklık, mavi-beyaz alçıdan güvercini tutan, onu kurdelenin (kurdele nehirdir, üzerinde seramik köprü vardır ve onun üstünde de köprüyü geçmekte olan ama hareketsiz bir kadın çoban durur) kenarına koyup çok hafif hareket ettirerek ne olacağını görmeye çalışan çocuğun el hareketidir. bu zaman, yalnızca bir arada olma zamanıdır.
hastalığın ve nekahetin yumuşaklığı, sonsuzca esneyen zamanın yumuşaklığı, ateşin getirdiği gerçek dışı hisle sınırsızlaştırılmış zamanın yumuşaklığı…
gerçekliğin çizgileri solar; benlikteki dünyanın çok hafif bir tortusu gibi saf varoluş hissi kalır bize.
kafkaokur mayıs 2023, 77. sayı

diyorum ya hiçbir şey boşa değil
bir çiçeğin açması, yağmurun yağması
bir insanın bir insanı tanıması, sevmesi
hatta solması çiçeğin boşa değil

konuşurken susar gibi konuşmak
susarken bıçak gibi susmak
bir ormanın yanışını seyretmek öylece
bir gölün kurumasını boşa değil

öylece nasihatler verenler teselli edenler
büyük söyleyenler büyük konuşanlar
sınanmamış günahın masumu olanlar
sundukları yalanlar boşa değil

hiçbir şey boşa değil senin benim doğmam
dolmuşların dolmuş olması ve yolların
azığımız sırtımızda susuz gezmemiz
gönlümüzde bir deli aşkın olması boşa değil

şurama iliştirdiğin ağrı boşa değil
ayrılığın yazgı olması ve yoksul olmamız
ve ölmemiz binlerce on binlerce ölmemiz
aldanmamız yanmamız kanmamız boşa değil

boşa değil gözlerin biliyorum bir sebebi var
ellerin boşa değil bir sebebi var
tesadüflere de inanırım sebeplere de
şeytana tanrı’ya siyaha ve beyaza
ben sana inanırım bu boşa değil