dergâh yayınları, s.270-273
sonbahar i̇stanbul’un asıl mevsimidir. bir kere zaman dediğimiz sihirbaz tanrı, güneşi, suyu, rüzgârı ve ağaçların hüznünü birbirine ayarladı mı, şehri, eşyada yalnız kendi gurbet çekmiş ruhunun hâllerini gören bir ressamın eline bırakır. o, bize akşamlarımızı, sabahlarımızı hazırlar, paletinin bütün hünerlerini, değişmesinin bütün zenginliğini ortaya atar, kızarttığı yapraklara küçük bir şafak manzarası verir, saatleri billur bir yuvarlakla seyredilen kavsikuzahlı akisler gibi renk ve büyü ile doldurur, eşyanın çizgilerine mahzun ve şuurlu bir tebessüm sindirir, kâinatımıza bütün bir sanat duygusu, bir şair içliliği katar. akşamlar birdenbire büyür ve genişler. zincirlikuyu sırtlarından ta hayırsızada kıyılarına kadar ufuk kavsinin hemen yarısı onun malikânesi olur. bu geniş ülkede her akşam, bir dionizos dininin ayini tekrarlanır; haşmetinin kızıllığı içinde mağrur ve muzaffer bir cemşid gibi kurulan güneş, ölümünün mucizesiyle her akşam bize yeni bir bağ bozumu hazırlar; öyle ki bu saatlerde ufka bakıp da yahya kemal’in mısraını hatırlamamak kabil değildir:
şarâb mahzen-i cem’den sebû sebû dökülür
akşamlar gibi sabahların da zaman ve hudutları değişir. maşrıkta, bal sarısı, pembe, kızıl bakır ve altın renginde akislerin mahmur öğle saatlerine kadar uzadığı görülür. bazı lodoslu havalarda bu akisler, şehrin bütün gününe hâkim olur. hayat, hafif bir şafak perdesi altından, âdeta bir hatıra gibi yaşanır. böyle günlerde boğaziçi koylarında deniz, erimiş muhtelif madenlerin yer yer toplandığı havuzlara benzer. bazı noktalarda eğilmiş bulutların arasından suya küçük renk çağlayanları boşanır, bu ışık altında her şeye bir rüya çeşnisi siner. güneş yaz günlerindeki sert ifadesini kaybetmiştir. o artık yaratıcılığında kudretli olduğu kadar ezici olan tanrı değildir. eşyaya öyle yukarıdan ve kendi büyüklüğünün parlaklığı içinde, merhametsizce uzak bakmaz; yarattığı küçük şeylerin talihine acıdığı için onlarla birleşmek, aralarına karışmak ister gibi bir hâli vardır; manzaraya koyu bir renk lekesi gibi düşmekten hoşlanır, ahşap evlerin yağmurla ıslanmış kiremitlerinde, rengi koyulaşmış ıslak duvarlarında, kaldırım taşlarında bu koyu leke canlı bir mahluk gibi kımıldar, viranelerdeki yabani otlara, yıkık duvarlara, eski mezar taşlarına âdeta şefkatle dokunur, üzgün insan yüzlerinde, ihtiyar kadınların ellerinde bir teselli gibi, ömrün tecrübesi içinden kendilerine gülen bir mükâfat gibi dolaşır.
hemen her şeyde suya uzatılmış bir asma dalının tazeliği vardır. gök bazı anlar büyük bir gül tüveycinin arasından görünüyormuş zannını verir ve eşya, sanki hakikatte mevcut değillermiş de biz onları hatıralarımızdan yaratmışız, ister istemez içimizde canlanmışlar gibi, daima bir duyguya bürünerek bizimle konuşurlar. bu, küçük serlerde, vitrinlerde yığılmış çiçeklere, uzak ve şahsi hatıralar gibi baktığımız, bahçelerde kasımpatılarını her gördüğümüz zaman, içimizde gizli bir kemandan taşan uzun ve beyaz sükût nağmelerini dinlediğimiz mevsimdir. kadınların bakışlarındaki mananın değiştiği, suların sesine, kendisini bir uzlette bulma hissinin acılığı karıştığı, ağır hastaların her an, beklenen bir saat sesinin vehmiyle ürperdiği mevsimdir. bu mevsimde, biliriz ki, birdenbire terk ediliveren yaz bahçelerinde bizden bir hayal dolaşır, tenha yollarda eski ayak seslerimizi dinleyerek, geçmiş günlerin timsali kuru yaprakları toplar ve boş havuzlara bakarak, bâkî’nin mısralarını okur:
nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
düştü çemende berk-i dıraht i’tibârdan
o bahçelerin, koruların, küçük boğaz köylerinin adları, hayalimizde eski yazların hatıralarıyla birleşir ve artık herhangi bir yer ismi olmaktan çıkarak, saadet ve ıstırabı en kesif şeklinde tattığımız filan gün veya filan saatin, ömrümüzün bir güzelliğe nezrettiğimiz, onunla mücevher bir kadeh veya bir tambur kâsesi gibi dolup taştığımız günlerden birinin remzi olurlar ve o güzelliğin renk ve büyüsünden, toplanmış nağmeleri içimizde tekrarlarlar. öyle ki, soğuk ve yağmurlu bir akşamda, köprü üzerinden geçerken, bu sesimizi duyuracak kadar yakın yerlere gitmeye hazırlanan vapurları gördüğümüz vakit, onların yarım yahut bir saat sonra, aynı yağmur altında, taşıdıkları yolcuları, hemen hemen bizimkine benzer üzüntülere kavuşmak için, falan veya filan iskeleye boşaltacağını hiç düşünmeyiz. zannederiz ki bu vapurlar, tıpkı hatıralarımız ve saadet hülyalarımız gibi, mesut mazi diyarına, eski yaz günlerinden birine, aydınlığın, tembel hülya saatlerinin, tatlı yorgunlukların, mehtabı bir ruh manzarası gibi suya ve ağaç dallarına sermiş baygın gecelerin, bizim için bu saatlerle birleşmiş olan şarkıların diyarına gidiyor. ve sırf böyle zannettiğimiz için onları içimizden yükselen bir nevi keder ve hasretle uğurlarız. bu hasretin sihriyle içimizde bu anlardan biri birdenbire canlanır:
hep aynı gül, aynı billur kadehte
peşinde hayali güzel bir yazın.
sonbahar i̇stanbul’un asıl mevsimidir. bir kere zaman dediğimiz sihirbaz tanrı, güneşi, suyu, rüzgârı ve ağaçların hüznünü birbirine ayarladı mı, şehri, eşyada yalnız kendi gurbet çekmiş ruhunun hâllerini gören bir ressamın eline bırakır. o, bize akşamlarımızı, sabahlarımızı hazırlar, paletinin bütün hünerlerini, değişmesinin bütün zenginliğini ortaya atar, kızarttığı yapraklara küçük bir şafak manzarası verir, saatleri billur bir yuvarlakla seyredilen kavsikuzahlı akisler gibi renk ve büyü ile doldurur, eşyanın çizgilerine mahzun ve şuurlu bir tebessüm sindirir, kâinatımıza bütün bir sanat duygusu, bir şair içliliği katar. akşamlar birdenbire büyür ve genişler. zincirlikuyu sırtlarından ta hayırsızada kıyılarına kadar ufuk kavsinin hemen yarısı onun malikânesi olur. bu geniş ülkede her akşam, bir dionizos dininin ayini tekrarlanır; haşmetinin kızıllığı içinde mağrur ve muzaffer bir cemşid gibi kurulan güneş, ölümünün mucizesiyle her akşam bize yeni bir bağ bozumu hazırlar; öyle ki bu saatlerde ufka bakıp da yahya kemal’in mısraını hatırlamamak kabil değildir:
şarâb mahzen-i cem’den sebû sebû dökülür
akşamlar gibi sabahların da zaman ve hudutları değişir. maşrıkta, bal sarısı, pembe, kızıl bakır ve altın renginde akislerin mahmur öğle saatlerine kadar uzadığı görülür. bazı lodoslu havalarda bu akisler, şehrin bütün gününe hâkim olur. hayat, hafif bir şafak perdesi altından, âdeta bir hatıra gibi yaşanır. böyle günlerde boğaziçi koylarında deniz, erimiş muhtelif madenlerin yer yer toplandığı havuzlara benzer. bazı noktalarda eğilmiş bulutların arasından suya küçük renk çağlayanları boşanır, bu ışık altında her şeye bir rüya çeşnisi siner. güneş yaz günlerindeki sert ifadesini kaybetmiştir. o artık yaratıcılığında kudretli olduğu kadar ezici olan tanrı değildir. eşyaya öyle yukarıdan ve kendi büyüklüğünün parlaklığı içinde, merhametsizce uzak bakmaz; yarattığı küçük şeylerin talihine acıdığı için onlarla birleşmek, aralarına karışmak ister gibi bir hâli vardır; manzaraya koyu bir renk lekesi gibi düşmekten hoşlanır, ahşap evlerin yağmurla ıslanmış kiremitlerinde, rengi koyulaşmış ıslak duvarlarında, kaldırım taşlarında bu koyu leke canlı bir mahluk gibi kımıldar, viranelerdeki yabani otlara, yıkık duvarlara, eski mezar taşlarına âdeta şefkatle dokunur, üzgün insan yüzlerinde, ihtiyar kadınların ellerinde bir teselli gibi, ömrün tecrübesi içinden kendilerine gülen bir mükâfat gibi dolaşır.
hemen her şeyde suya uzatılmış bir asma dalının tazeliği vardır. gök bazı anlar büyük bir gül tüveycinin arasından görünüyormuş zannını verir ve eşya, sanki hakikatte mevcut değillermiş de biz onları hatıralarımızdan yaratmışız, ister istemez içimizde canlanmışlar gibi, daima bir duyguya bürünerek bizimle konuşurlar. bu, küçük serlerde, vitrinlerde yığılmış çiçeklere, uzak ve şahsi hatıralar gibi baktığımız, bahçelerde kasımpatılarını her gördüğümüz zaman, içimizde gizli bir kemandan taşan uzun ve beyaz sükût nağmelerini dinlediğimiz mevsimdir. kadınların bakışlarındaki mananın değiştiği, suların sesine, kendisini bir uzlette bulma hissinin acılığı karıştığı, ağır hastaların her an, beklenen bir saat sesinin vehmiyle ürperdiği mevsimdir. bu mevsimde, biliriz ki, birdenbire terk ediliveren yaz bahçelerinde bizden bir hayal dolaşır, tenha yollarda eski ayak seslerimizi dinleyerek, geçmiş günlerin timsali kuru yaprakları toplar ve boş havuzlara bakarak, bâkî’nin mısralarını okur:
nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
düştü çemende berk-i dıraht i’tibârdan
o bahçelerin, koruların, küçük boğaz köylerinin adları, hayalimizde eski yazların hatıralarıyla birleşir ve artık herhangi bir yer ismi olmaktan çıkarak, saadet ve ıstırabı en kesif şeklinde tattığımız filan gün veya filan saatin, ömrümüzün bir güzelliğe nezrettiğimiz, onunla mücevher bir kadeh veya bir tambur kâsesi gibi dolup taştığımız günlerden birinin remzi olurlar ve o güzelliğin renk ve büyüsünden, toplanmış nağmeleri içimizde tekrarlarlar. öyle ki, soğuk ve yağmurlu bir akşamda, köprü üzerinden geçerken, bu sesimizi duyuracak kadar yakın yerlere gitmeye hazırlanan vapurları gördüğümüz vakit, onların yarım yahut bir saat sonra, aynı yağmur altında, taşıdıkları yolcuları, hemen hemen bizimkine benzer üzüntülere kavuşmak için, falan veya filan iskeleye boşaltacağını hiç düşünmeyiz. zannederiz ki bu vapurlar, tıpkı hatıralarımız ve saadet hülyalarımız gibi, mesut mazi diyarına, eski yaz günlerinden birine, aydınlığın, tembel hülya saatlerinin, tatlı yorgunlukların, mehtabı bir ruh manzarası gibi suya ve ağaç dallarına sermiş baygın gecelerin, bizim için bu saatlerle birleşmiş olan şarkıların diyarına gidiyor. ve sırf böyle zannettiğimiz için onları içimizden yükselen bir nevi keder ve hasretle uğurlarız. bu hasretin sihriyle içimizde bu anlardan biri birdenbire canlanır:
hep aynı gül, aynı billur kadehte
peşinde hayali güzel bir yazın.