doğan kitap, s.220-223
mehmet düşünceli bir tavırla yüzüme baktı. yandan vuran loş ışıkta gözleri merakla parlıyordu.
“hepsinin bu kadar olduğundan emin misin?” diye sordu.
“yani bu kıza bir ilgi duymuyor musun? burada kalması hoşuna gitmiyor mu? sadece mecburiyetten mi katlanıyorsun bu duruma?”
“evet” dedim. “bence öyle, hem çok yaş farkı var aramızda. böyle şeyler aklıma bile gelmedi.”
“bildiğim kadarıyla sen yalnızlığını kolay kolay bozmazsın. kimsenin hayatına karışmasını istemezsin.”
gözlerinde şüpheyle baktı bir süre. söyleyecek bir şeyler arıyordum ki, o devam etti:
“oysa bu kızın varlığından rahatsız olmuş gibi bir hâlin yok. sanıyorum kendi kendini kandırıyorsun, kızın burada mümkün olduğu kadar uzun kalması için her şeyi yapıyorsun.”
“ne gibi şeyler mesela?”
“ona ilginç hikâyeler anlatmak gibi.”
dondum kaldım! mehmet bu kıza hikâyeler anlattığımı nereden bilebilirdi? ondan bir şey gizleme konusunda çok çaresiz olduğumu düşünüyordum.
“belki benim hikâyemi de anlatıyorsundur,” dedi kısık bir sesle.
bunun üzerine kalbim çırpınır gibi çarpmaya başladı. yine o devam etti:
“çünkü senin anlatma merakını bilirim. kızın başını döndürmek istiyorsun bence. sana hayran olmasını istiyorsun. hep sürprizlerle karşılaşmasını, seni, dünyada tanıdığı herkesten daha ilginç bulmasını falan arzu ediyorsun.”
bakışlarında artık öfke vardı.
“seni bilirim ahmet, bilmediğimi iddia edemezsin. hadi söyle, benim başımdan geçenleri anlattın mı, anlatmadın mı?”
mehmet’e hiç yalan söylememiştim, şimdi de söylemeye niyetim yoktu. başımı önüme eğdim.
“evet,” dedim, “anlatıyorum. her gün bir bölümünü.”
“i̇şte,” diye bağırdı, “tahmin ettiğim gibi! benim hikâyemle kızın ilgisini çekmek, onu burada mümkün olduğu kadar uzun süre tutmak istiyorsun. bu kıza karşı içinde bir şeyler var ama bunu kendinden saklıyorsun. ayrıca beni de bu amaca alet ediyorsun!”
onun hikâyesini anlatmamdan çok, kıza yakınlık duyuyor olmamdan şüphelendiği için öfkeleniyordu sanki.
“hayır, mehmet,” dedim. “bilirsin sana yalan söylemem, söyleyemem. kıza karşı bir şeyler duyduğum doğru değil. böyle duygularım yok benim. ama belki de sadece onunla oyun oynamak hoşuma gidiyordur. ne de olsa başka bir dünyadan, gençlerin dünyasından geliyor. çok hoş bir saflığı ve tazeliği var. arada bir itişip kakışıyoruz ama yine de ilginç günler geçirmekte olduğumu saklamayacağım senden.”
mehmet ikna olmamıştı.
“sen bal gibi bu kıza âşık olmuşsun ahmet!” dedi. “bunu kabul et, rahatla. i̇nsanın en kötü yalanı, kendine karşı olanıdır.
“aşkın, gözü kapalı uçurum kıyısında yürümek olduğunu bilen biri âşık olur mu hiç?” deyip sustum.
bir süre sessizlik oldu, sonra lafı değiştirmek için karşı atağa geçtim. şöyle tuhaf bir konuşma geçti aramızda.
ben: “hâlâ yüreğin sakinleşmedi mi? yine aynı düşünceler yiyip bitiriyor mu seni? hâlâ onu mu düşünüyorsun?”
mehmet: “bahçedeki çitlembik ağacı epey büyümüş.”
ben: “ne zaman kurtulacaksın bu azaptan?”
mehmet: “kerberos çiftleşti mi hiç?”
ben: “dünyanın bir o köşesine vuruyorsun kendini, bir bu köşesine. ama oralarda farklı bir şey yok ki.”
mehmet: “aynı hızla okumaya devam ediyor musun?”
ben: “aradığın cevap andaman denizi’nde veya aynaroz’da değil, senin içinde.”
mehmet: “hep evde oturduğun hâlde sen de kilo almamışsın. spor mu yapıyorsun?”
ben: “ne denir bilirsin: denizler ötesine giden kişi yalnızca iklimi değiştirmiş olur, aklını değil. senin ihtiyacın olan sürekli gezmek değil, kaplanın sırtından inmek. hatırlıyorsun değil mi; hani bir adam kaplanın sırtına binmiş, bir türlü inemiyormuş. çünkü sırtından indiği zaman hayvanın kendisini yiyeceğinden korkuyormuş. ama bir insan ömür boyu kaplanın sırtında oturamaz ki! artık kaplandan inmen, her şeyle, özellikle de geçmişinle yüzleşmen gerekiyor. sana o zamanlar bir psikiyatra gidelim diye çok ısrar ettim ama beni dinlemedin.”
mehmet: “aktif unutmanın yararları hakkındaki nutku sen anlatmamış mıydın bana? hani insan her şeyi unutarak yaşayabilirdi ama her şeyi hatırlayarak yaşayamazdı. hani unutmak, insan soyunun en büyük şifasıydı.”
ben: “doğru ama…”
mehmet: “doğru ama ne?”
ben: “aklım karıştı sanırım; bu konuyu değiştirsek iyi olacak.”
mehmet: “bilen insan bilmiyormuş gibi yaşayamaz!”
sesim çıkmıyormuş gibi kalakaldım.
mehmet düşünceli bir tavırla yüzüme baktı. yandan vuran loş ışıkta gözleri merakla parlıyordu.
“hepsinin bu kadar olduğundan emin misin?” diye sordu.
“yani bu kıza bir ilgi duymuyor musun? burada kalması hoşuna gitmiyor mu? sadece mecburiyetten mi katlanıyorsun bu duruma?”
“evet” dedim. “bence öyle, hem çok yaş farkı var aramızda. böyle şeyler aklıma bile gelmedi.”
“bildiğim kadarıyla sen yalnızlığını kolay kolay bozmazsın. kimsenin hayatına karışmasını istemezsin.”
gözlerinde şüpheyle baktı bir süre. söyleyecek bir şeyler arıyordum ki, o devam etti:
“oysa bu kızın varlığından rahatsız olmuş gibi bir hâlin yok. sanıyorum kendi kendini kandırıyorsun, kızın burada mümkün olduğu kadar uzun kalması için her şeyi yapıyorsun.”
“ne gibi şeyler mesela?”
“ona ilginç hikâyeler anlatmak gibi.”
dondum kaldım! mehmet bu kıza hikâyeler anlattığımı nereden bilebilirdi? ondan bir şey gizleme konusunda çok çaresiz olduğumu düşünüyordum.
“belki benim hikâyemi de anlatıyorsundur,” dedi kısık bir sesle.
bunun üzerine kalbim çırpınır gibi çarpmaya başladı. yine o devam etti:
“çünkü senin anlatma merakını bilirim. kızın başını döndürmek istiyorsun bence. sana hayran olmasını istiyorsun. hep sürprizlerle karşılaşmasını, seni, dünyada tanıdığı herkesten daha ilginç bulmasını falan arzu ediyorsun.”
bakışlarında artık öfke vardı.
“seni bilirim ahmet, bilmediğimi iddia edemezsin. hadi söyle, benim başımdan geçenleri anlattın mı, anlatmadın mı?”
mehmet’e hiç yalan söylememiştim, şimdi de söylemeye niyetim yoktu. başımı önüme eğdim.
“evet,” dedim, “anlatıyorum. her gün bir bölümünü.”
“i̇şte,” diye bağırdı, “tahmin ettiğim gibi! benim hikâyemle kızın ilgisini çekmek, onu burada mümkün olduğu kadar uzun süre tutmak istiyorsun. bu kıza karşı içinde bir şeyler var ama bunu kendinden saklıyorsun. ayrıca beni de bu amaca alet ediyorsun!”
onun hikâyesini anlatmamdan çok, kıza yakınlık duyuyor olmamdan şüphelendiği için öfkeleniyordu sanki.
“hayır, mehmet,” dedim. “bilirsin sana yalan söylemem, söyleyemem. kıza karşı bir şeyler duyduğum doğru değil. böyle duygularım yok benim. ama belki de sadece onunla oyun oynamak hoşuma gidiyordur. ne de olsa başka bir dünyadan, gençlerin dünyasından geliyor. çok hoş bir saflığı ve tazeliği var. arada bir itişip kakışıyoruz ama yine de ilginç günler geçirmekte olduğumu saklamayacağım senden.”
mehmet ikna olmamıştı.
“sen bal gibi bu kıza âşık olmuşsun ahmet!” dedi. “bunu kabul et, rahatla. i̇nsanın en kötü yalanı, kendine karşı olanıdır.
“aşkın, gözü kapalı uçurum kıyısında yürümek olduğunu bilen biri âşık olur mu hiç?” deyip sustum.
bir süre sessizlik oldu, sonra lafı değiştirmek için karşı atağa geçtim. şöyle tuhaf bir konuşma geçti aramızda.
ben: “hâlâ yüreğin sakinleşmedi mi? yine aynı düşünceler yiyip bitiriyor mu seni? hâlâ onu mu düşünüyorsun?”
mehmet: “bahçedeki çitlembik ağacı epey büyümüş.”
ben: “ne zaman kurtulacaksın bu azaptan?”
mehmet: “kerberos çiftleşti mi hiç?”
ben: “dünyanın bir o köşesine vuruyorsun kendini, bir bu köşesine. ama oralarda farklı bir şey yok ki.”
mehmet: “aynı hızla okumaya devam ediyor musun?”
ben: “aradığın cevap andaman denizi’nde veya aynaroz’da değil, senin içinde.”
mehmet: “hep evde oturduğun hâlde sen de kilo almamışsın. spor mu yapıyorsun?”
ben: “ne denir bilirsin: denizler ötesine giden kişi yalnızca iklimi değiştirmiş olur, aklını değil. senin ihtiyacın olan sürekli gezmek değil, kaplanın sırtından inmek. hatırlıyorsun değil mi; hani bir adam kaplanın sırtına binmiş, bir türlü inemiyormuş. çünkü sırtından indiği zaman hayvanın kendisini yiyeceğinden korkuyormuş. ama bir insan ömür boyu kaplanın sırtında oturamaz ki! artık kaplandan inmen, her şeyle, özellikle de geçmişinle yüzleşmen gerekiyor. sana o zamanlar bir psikiyatra gidelim diye çok ısrar ettim ama beni dinlemedin.”
mehmet: “aktif unutmanın yararları hakkındaki nutku sen anlatmamış mıydın bana? hani insan her şeyi unutarak yaşayabilirdi ama her şeyi hatırlayarak yaşayamazdı. hani unutmak, insan soyunun en büyük şifasıydı.”
ben: “doğru ama…”
mehmet: “doğru ama ne?”
ben: “aklım karıştı sanırım; bu konuyu değiştirsek iyi olacak.”
mehmet: “bilen insan bilmiyormuş gibi yaşayamaz!”
sesim çıkmıyormuş gibi kalakaldım.