afşin kum – kırk üçteki korkunç traktör yağmuru – Antiklopedi
april yayıncılık, s.167-169

i̇nsan sevgisi… bu kadar çok kullanıldığı hâlde üzerinde bu kadar az düşünülen, bu kadar az anlaşılan bir kavram yoktur herhâlde. çevrenize bakın, politikacısından şairine, esnafından futbolcusuna, hamalından filozofuna, herkes bir insan sevgisinden bahseder. bütün bunların içinde, bu ağızlarından düşürmedikleri sevgiyi, yüreğinde bir nebze olsun hisseden var mıdır acaba? i̇nsan sevgisi hakkında en çok ahkâm kesenlerin, kendilerini yüksek duvarların arkasına gizlediklerini, kapılarına kat kat kilit vurduklarını, özel arabalarından çıkmadan her işlerini halletmeye çalıştıklarını görürsünüz. tanıyıp güvendikleri birkaç kişi dışında hiçbir insanla temas etmeden yaşarlar. oysa benim gibi, gerçekten insan sevenler, sırf bunun için cezalandırılırlar. bazısına göre insan sevgisi ancak eğitimle ulaşılabilen bir değerdir. ne kadar yanlış! ben ki pek eğitimli bir insan değilim, çok küçük yaşlardan beri içimdeki insan sevgisinin farkındaydım. yaz günleri halk plajlarına giderdik. orada, diz boyu suyun içinde tepişen, itişip kakışan, bağrışıp çağrışan hayat dolu insanları izlerken ruhum sevinçle dolardı. semt pazarlarında dolaşıp dururdum, rızkını almak için birbirlerine sürtüne sürtüne tezgâh tezgâh gezen insanları gördükçe gözlerim yaşarırdı. bazen hiç işim olmadığı halde, akşam vakti tıklım tıkış belediye otobüslerine binerdim; sırf o yoğun insan kokusunu içime çekmek için. ama insan sevgisi öyle bir güçtür ki, görmek yetmez, koklamak istersiniz. koklamak yetmez, dokunmak istersiniz. toplum sizdeki bu sevginin önüne bir duvar çekmiştir ama bir yerde duvarın öte tarafına geçmeniz gerekir.
i̇şte bu, bende on beş yaşındayken olmuştu. bizim mahallede, reşitpaşa’da, bir marangoz atölyesinde çırak olarak çalışıyordum o zaman. şeref abi frezede çalışıyordu. bir gün, gözümün önünde başparmağını tezgâha kaptırdı. parmağın fırlayıp yerdeki talaşların arasına düştüğünü gördüm. şeref abi çığlık atınca herkes başına toplandı, “parmak nerede, parmak nerede?” diye bağrıştılar. parmağın düştüğü yeri gösterdim, “şurada,” diyecektim, ama boğazım düğümlendi, ağzımdan ses çıkmadı. parmağı bulamadan şeref abi’yi apar topar hastaneye götürdüler. ortalık sakinleştikten sonra parmağı talaşların arasından aldım, kimse görmeden cebime attım. eve gittim ve şeref abi’nin başparmağını bütün gün ve bütün gece emdim. şafak sökerken, parmaktan geriye kemiklerden başka bir şey kalmamıştı. bu insani lezzeti keşfetmenin beni nasıl derinden etkilediğini tahmin edersiniz. uzun süre eski hayatımı sürdürmek için bocaladım ama biliyordum ki bu lezzeti bir kere tattıktan sonra, hayatımı buna adamaktan başka çarem yoktu. sonunda işi bıraktım. artık beni sadece insan sevgisi hayatta tutacaktı. bir insanı sadece insan olduğu için sevmek nasıl bir şeydir bilir misiniz? ben bunu yıllarca yaşadım. i̇nsanlar arasında bir ayrım yapmadım, her türlü insanı sevdim ve birini sevdiğimde onun her yerini sevdim ki bence gerçek insan sevgisine sahip kişi, bir insanı her yanıyla sevmeyi ve kesinlikle hiçbir tarafını ziyan etmemeyi bilmelidir. i̇dareli davranmak adına büyük, sağlıklı yetişkinlere öncelik veriyordum, beni en uzun süre onların sevgisi yaşama bağlıyordu. ama çocuk sevgisi bambaşka bir duyguydu. hatta ara sıra, anne sütünden kesilmemiş bir yavrucakla kendimi şımarttığım oluyordu. bir mahallede işler sarpa sarmaya başlayınca, taşınıp başka bir mahalleye yerleşiyordum. böylece aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. ama bu sevgimin cezasız kalmayacağını da içten içe biliyordum. elbette bir gün, insan sevmemin bedelini, demir parmaklıklar ardına tıkılıp yapayalnız bırakılarak ödeyecektim. beni yakaladılar, zincire vurdular, dövdüler, hor gördüler, aşağıladılar. bütün bu işkenceler yetmedi, bir de “reşitpaşa canavarı” diye isim taktılar; asıl canavar kendileri değilmiş gibi. şimdi bu soğuk hücrede, ömrümün sonuna kadar insan sevgisinden mahrum bir başıma kalmaya mahkûmum. oysa benim ne suçum vardı, insan sevmekten başka?