kaan murat yanık – butimar – Antiklopedi
ketebe yayınları, s.134-136

muazzam bir işçilikle örüldüğü belli olan taş duvarların çevrelediği büyük bir kayısı bahçesiydi burası. bahçe ışıl ışıldı, buhur kokuyordu. fanuslara konulmuş rengârenk mumların etrafında kol kola giren kadınlı erkekli gruplar, neşeyle dans ediyor, gelinlik kızlar etraftaki oğlanları süzüyorlardı. galust yanlarından ayrılıp düğün kalabalığına karıştığı vakit, iki dost çölün ortasındaki bir ev gibi anlamsız kaldılar.
bir ağacın dibine geçip, düğünü seyretmeye koyuldular, biraz daha durup yola çıkmayı düşünüyorlardı. güneş doğmadan kasabada olmalıydılar. ağaç dallarına asılmış kandil fenerlerinin aydınlattığı büyük bahçede vişne, gök, çimen rengi giysileri içinde erkeklerin yüreklerini oynatan bakışlar savuran iri gözlü, esmer benizli, etine dolgun kızlar sıradaki düğünün kendilerininki olması için dualar ediyorlardı içlerinden…
ayaklarını ilginç figürlerle hareket ettiren bir delikanlı, kendinden geçmiş, zurnanın sesiyle beraber düğünü izleyen herkesi coşturmuştu. kâh sağ tarafında dizilen genç kızların önünde oynuyor kâh sol tarafında kendisini alkışlayanları gözlüyor, bir yandan da yabancı oldukları bir kültürün, ananelerini bilmedikleri bir cemiyetin içinde bulunmaktan garip bir haz duyuyorlardı. behzad, dans eden delikanlıyı kasabadaki birine benzettiğini söylemişti ki, yusuf kâinatın var olduğu günden beridir hiç dile gelmemiş bir kelimeyi telaffuz eder gibi söyledi:
“butimar!..”
yusuf’u tepeden tırnağa bir sarsıntı kucakladı, birkaç kez gözünü kapayıp açtı. rüya değildi, zaten rüya olsa bile fark etmezdi. siyah saçlarının bir kısmı, başındaki tülbentten, boynundaki ışıl ışıl parlayan gerdanlığa taşıyordu. ela gözlerine baktı kızın yusuf, kırmızı bir denizdi… yıllardır dökülmek için denizini arayan bir ırmak gibi hissetti kendini. ona dökülmek, ona karışmak istedi. şimdi zaman onunla beraber nefes alıp veriyordu; tik tak, ehh, tik tak, hehh…
karnıyla midesi arasındaki bölge karıncalandı. kıza doğru bir adım atıp kaldı. kız, yusuf’un kendisine bakmak için can atan gözlerini üstünde hissetmiş olacak ki, sağa dönüp o da yusuf’a baktı. uzun süre sustu yusuf, behzad da çok iyi tanıdığı dostunu bu mukaddes ânı doyasıya yaşaması için yalnız bıraktı. butimar’dı bu. rüyalarında gördüğü, âşık olduğu kız! rüyadan düşüp gerçeğe yuvarlanmıştı belli ki; belki de gökte asılı kalmaktan yorulan bir yıldızken yere düşmüştü. tamı tamına rüyada gördüğü gibiydi. sağ yanağının üstündeki küçük ben bile yüzyıllardır oradaymış gibi yusuf’u selamlıyordu.
gözlerini afyonkeşler gibi bir yere sabitlemiş, butimar’ın oturduğu yere bakıyordu.
“behzad, kardeşim.”
“hımm.”
“bu, bu butimar.”
ağırbaşlılıkla gülümsedi behzad.
“fark ettim.”
yusuf duruşunu bozmadan, yaslandığı ağacın karnındaki kara balları gayriihtiyari tırnağıyla kazıyarak butimar’ı izledi, vakit bir hayli geç olmuştu. behzad zorla kolundan tutup onu arabaya bindirene kadar gözlerini kızdan ayırmadı.
şimdi arabaya sırtüstü uzanıp geceyi izlerken sayıklıyordu.
“butimar gerçekmiş behzad. bana baktı o da değil mi? belki o da rüyalarında beni görüyordu…”


behzad bir elinde kamçı, gerisine dönüp müzik bir gülümsemeyle can dostuna bakıp kafasını iki yana salladı. yusuf göğsündeki yakamoz içinde, tuzaktan son anda kurtulmuş bir kuş gibi nefes alıp veriyordu.
şimdi çocuksu bir dikkatle izliyordu hayatı, üstünde tahakküm kuracak bir şeyler aramadan, damıtılmış bir sakinlikle.
geceye uymak böyle bir şeydi.
i̇çinde dünyayı var eden güç, dışarı sarkmak istiyor, kabına zarar veriyordu.
herhangi bir engelle karşılaşmadan kasabaya girdiler. kasaba her zamanki hâlinden daha küçük ve çirkin gözüktü onlara. yusuf evine, behzad arabayı bırakmak için oduncunun oğlunun yanına gitti.
cırlayan böceklerden başka ses yoktu etrafta.
yusuf yatağına uzandığı andan itibaren gözlerini bir an bile kapatmadı. bu gece ardı, onun sonsuzlukla olan zifaf ânıydı. şık olan, cehennemde yanmazdı. butimar’ın yüzünü tahayyül etti, artık rüyasına gelmesine hacet yoktu, kararını vermişti yusuf. yarın, en geç öbür gün şehre gidip butimar’ı bulacaktı. bir an baba abdullah’ın anımsattığı şeyh sanan hikâyesini hatırladı. bir şeyh ile bir hristiyan kızın hikâyesi… “yazgım buymuş, demek ki…” dedi. çamurdan yapılan kuşlara üfleyip onları canlandıran, ruh bahşeden i̇sa nebi’yi düşündü yusuf. butimar’ı ondan istedi.
uykuya dalmadan sayıkladı.
“kimi ruhlar evvelden aşinadır birbirine, bunu biliyorum.”