akira mizubayashi – can kırığı – Antiklopedi
çevirmen: aysel bora, yapı kredi yayınları, s.11-13

“6 kasım 1938 pazar, tokyo
postallı adımların yükselen, yeniden yavaşlayan tok ve sert sesi. biri yürüyor. durdu… tekrar yürümeye başladı… tekrar durdu. şimdi çok yakında. sanki nefesini duyar gibiyim. tahtaya değen bir şeyden çıkan hafif bir gürültü. bankın üstüne bir şey mi koydu? karanlıktayım, korkudan titriyorum. korkudan sırtım buz kesmiş. sessizlik. birden, karanlığın örtüsü yırtılıyor. karşımda ışıklı geniş bir kare beliriveriyor. ne mi görüyorum? kamaşan gözlerim, dimdik ayakta, hâli renkte askerî üniformalı, heybetli bir erkek bedeni görüyor. başını ve ayaklarını göremiyorum. alt alta sıralı düğmeleriyle üniformasının ön kısmını, belinden sarkan ağır kılıcını, kollarını, kol ağızlarından çıkan ellerini, iki gürbüz ağaç gövdesi gibi, dizlere kadar iki bacağını görüyorum. işık artık daha fazla saklayamadığım yeşil pamuklu çoraplı ayaklarımı gaddarca aydınlatıyor. taş kesilmiş ayaklarımın yanında kitabım… beyaz kapağının her yanı portakal rengi ince bir çizgiyle süslü. i̇ri siyah karakterlerle yazılmış başlık çiğ ışıkta utanmazca kendini sunuyor: söyleyin bana nasıl yaşayacaksınız. başlığın altında küçük karakterlerle yazarın adı basılmış ve altta, orta boy karakterlerle kitabın kime ait olduğu koleksiyonun adı: “küçük yurttaşların kitaplığı”. alacak mı onu? çabuk ol, ondan önce davranman lazım! hayır, en iyisi hiç kıpırdamamak… ufacık bir saniye parçacığı, sonra sağ elimi kitaba koyuyor ve kitabı yakalıyorum. titreyen elimi yavaşça çekiyorum… saniyeler geçiyor… ne yapıyor bilemiyorum, beden bir milim kımıldamıyor. korkuyorum. i̇çgüdüsel olarak gözlerimi kapatıyorum. sessizlik devam ediyor. gözlerimi yarı yarıya tekrar açıyorum. o an adam yavaşça, çok yavaşça eğiliyor, sanki tereddüt edermiş, sanki yaptığından emin değilmiş gibi. karşımda üniformayla aynı renkte siperlikli bir asker şapkası takmış bir erkek kafası beliriyor. arkadan vuran ışıkta, koyu bir gölgeyle perdelenmiş. şapkanın kenarından arkadan omuzlara kadar yine haki renkte bir kumaş parçası sarkıyor. karanlıkta dikkat kesilen bir kedinin gözleri gibi sadece gözleri parlıyor. şimdi kocaman açılmış gözlerim onunkilerle karşılaşıyor. sanki gözlerinin etrafında belli belirsiz bir gülümsemenin hafifçe yayıldığını görür gibi oluyorum. ne yapacak? bana bir zarar verecek mi? beni saklandığım bu yerden çıkmaya mı zorlayacak? i̇yice büzülüyorum. aniden, yana dönüyor, hafifçe eğiliyor, sonra hemen elinde, herhâlde birkaç saniye önce benim sığındığım dolabın hemen yanındaki banka bıraktığı kırık kemanla anında doğruluyor. birden, hızla yaklaşan sert ve telaşlı bir erkek sesi duyuluyor:
‘kurokami! kurokami!’
adam sanki sesin tam olarak nerden geldiğini kendi kendine sorar gibi, sanki sesin sahibinin kim olduğunu çıkarmaya çalışıyormuş gibi istemsizce başını çeviriyor; bu arada yüzünde asabi bir kasılma dolaşıyor.
bombeli bir kontur çizen dört yayıyla, karanlıkta can çekişen küçük bir hayvanı andıran, neredeyse yamyassı olmuş kırık kemanı tek kelime etmeden bana uzatıyor. ne yapmam gerektiğini bilmiyorum… duraksıyorum… ama sonunda tahrip edilen çalgıyı iki elimle korka korka alıyorum.
‘kurokami! teğmen kurokami!’
son bir defa daha bana bakarak aceleyle kapıyı kapatıyor. bana yönelttiği endişeli ve ne yapacağını bilmez bakışın ardından, deminden beri ona seslenen kişi yaklaşırken hemen bastırdığı o belli belirsiz gülümseme geliyor.
“ah, buradasın! burada ne halt ediyorsun kurokami? gidiyoruz. daha geçmeye vakit yok.”
dolabın karanlığında, az önce ‘kurokami!’ diye bağıran ses olduğunu sandığım sert bir erkek sesini açık seçik duyuyorum. kurokami adını duyduğuma hayret ediyorum, çünkü ‘kuro [kara], kami [saçlar]’nin bir soyadı olabileceği hiç aklıma gelmezdi. adam otoriter bir tonla ya da çok öfkeli biri gibi, çok iyi anlayamadığım laflar ediyor. beni korkutuyor. başka bir erkek sesi ciddi ciddi, sakin sakin, neredeyse yumuşak bir üslupla ona cevap veriyor. bana kemanı verenin sesi mi bu acaba?
sesler yavaş yavaş uzaklaşıyor. ayak sesleri de. karanlıkta kalıyorum. bir süre sonra hiçbir şey işitmez oluyorum. daha doğrusu kulaklarımın derinliklerinde, ölmek üzere olan ağustosböceklerinin o zayıf ama ısrarlı ötüşüne benzer bir şey duyuyorum. bu “akufen”, babamdan yeni öğrendiğim bir kelime. bir nevi sessizliğin sesi. anahtar deliğinden bakıyorum. salon, kapalı siyah perdeler yüzünden loş ama artık etrafta kimsenin olmadığına beni inandıracak kadar da neon lambalar yüzünden aydınlık. saat kaç? herhâlde henüz gün bitmedi ama ben acıkmaya başladım. kulak kabartıyorum… ve kendime gerçekten artık kimseler yok diyorum. bunun üzerine kilit dilini mümkün olduğu kadar yavaşça kaldırıyorum ve kapıyı aralarken en küçük bir ses çıkarmamaya çalışıyorum. ama gıcırdıyor… “sus bakayım,” diyorum kendime. biraz bekliyorum… yine ses yok, hep aynı sessizlik. kimseler yok. gürültü olmasın diye ayağımdan çıkarttığım bez pabuçlarımı giyiyorum. kırık keman elimde, kitabım pantolonumun cebinde, saklandığım yerden çıkıyorum. bir iki çekingen adım atıyorum, yürümekte zorlanıyorum. ah! bacaklarım karıncalanıyor! duruyorum. üç saniye bekliyorum. tekrar yürüyorum. büyük salona geçip çıkışa doğru ilerliyorum. bütün vücudumla ağır giriş kapısını itiyorum. şimdi belediye kültür merkezi binasının önünde ayaktayım. gözlerimi havaya kaldırıyorum. gün bitiyor. hava kararmaya başlıyor. kendimi çaresiz, yalnız hissediyorum. hıçkırıklar boğazımda düğümleniyor. kapkara, muazzam bir güç üzerime şekilsiz, boğucu gölgeler yansıtarak beni eziyor. sokaktan insanlar geçiyor. tüfekler omuzlarında, inzibatlar kol geziyor. etrafımda tek çocuk bile göremiyorum. babam nereye gitti? buraya mı dönecek? yoksa doğruca eve mi gelecek? eve giden sokağa sapıyorum. kırık kemanı, ölmekte olan ve ne pahasına olursa olsun kurtarmak istediğim bir hayvan gibi taşıyarak hızlandırıyorum…”