aleksandr i̇vanoviç kuprin – olesya – Antiklopedi
çevirmen: hazal yalın, i̇thaki yayınları, s.71-74

kimi zaman zayıflığımdan ve beni her gün olesya’yı görmeye zorlayan alışkanlığımdan ötürü hiddetleniyordum. yüreğimin görünmez, güçlü, incecik iplerle bu büyüleyici, benim için anlaşılmaz kıza nasıl bağlandığını anlayamıyordum. henüz düşünmüyordum aşkı ama aşkın arifesindeki o bulanık, bitkin düşüren, kederli hislerle dolu endişe verici dönemden geçiyordum. nerede olursam olayım, unutmak için ne yaparsam yapayım, düşüncelerim olesya’nın suretiyle meşguldü; bütün varlığım ona gaye ediniyordu; onun en önemsiz sözlerini, jestlerini, tebessümlerini bile her hatırlayışım dingin ve tatlı bir acıyla sıkıyordu yüreğimi. ama akşam oluyordu ve ben onun yanında, o alçak, yıkıldı yıkılacak sedirde uzun uzun oturuyor, kendimi gitgide daha da mahcup, uygunsuz, yersiz ve beceriksiz hissediyordum.
bir defasında bütün günümü bu hâlde geçirdim olesya’nın yanında. sabahtan beridir iyi hissetmiyordum kendimi ama neyim olduğunu da bilemiyordum. akşama doğru daha kötü oldum. kafam ağırlaşmıştı, kulaklarım uğulduyordu, gözlerim bulanıyordu, başımda kör ve aralıksız bir ağrı hissediyordum, sanki biri yumuşak ama güçlü elleriyle bastırıyordu. ağzım kupkuruydu, bütün bedenime ağır ağır tembel, yorucu bir güçsüzlük yayılıyordu, bu güçsüzlük yüzünden devamlı esnemek ve gerinmek geliyordu içimden. gözlerimde sanki parıldayan bir noktaya yakından, bakışlarımı ayırmadan bakıyormuşum gibi bir ağrı vardı.
geç saatte eve dönmek için düştüğüm yolu yeni yarılamıştım ki ansızın şiddetli bir titreme nöbetine yakalandım. neredeyse yolu görmeden, nereye gittiğimi bilmeden yürüyordum; sarhoş gibi sendeleyerek, çenelerim sıklıkla ve gürültüyle birbirini dövüyordu.
bugün bile bilmiyorum beni eve kimin getirdiğini… tam altı gün boyunca amansız, korkunç bir polesye hummasıyla yattım. gündüzleri biraz diner gibi oluyor, bilincim geri dönüyordu. o zaman, hastalıktan perişan hâlde zorlukla, acı ve dizlerimdeki zayıflıkla volta atıyordum odada; her ani hareketimde kan, kaynar su gibi akın ediyordu başıma ve gözlerimin önündeki her şey karanlıkla örtülüyordu. akşamları ise genellikle saat yedi civarı, fırtına gibi yere seriyordu beni hastalığın nöbeti ve kâh yorganın altında soğuktan titreyerek kâh dayanılmaz bir hararetle yanarak korkunç, bir asır kadar uzun geceler geçiriyordum yatakta. uyku hafiften dokunacak olsa tuhaf, tutarsız, ıstırap verici, delice rüyalar oynamaya başlıyordu yanan beynimle. bütün rüyalarım minicik, mikroskobik, hilkat garibesi bir karmaşa içinde yığılmış ve birbirine zincirlenmiş ayrıntılarla doluydu. kâh öyle geliyordu ki bana, rengârenk, acayip biçimli kutuları sıralıyorum, küçüklerini büyüklerinden ve daha küçüklerini de küçüklerinden ayırıyorum ve bana artık iğrenç görünen bu sonu gelme işi bir türlü bitiremiyorum. kâh gözlerimin önünde sersemletici bir süratle yer değiştiriyordu uzun parlak duvar kâğıtlarının şeritleri ve onların üzerinde desenler yerine ıstırap verecek kadar netlikle insan suratlarından yapılmış çelenkler görüyordum: kiminde güzel, iyilik dolu, gülümseyen suratlar, kiminde tuhaf tuhaf sırıtan, dillerini uzatan, dişlerini gösteren, kocaman gözlerinin akını çeviren suratlar. sonra yarmola’yla birlikte başı sonu belirsiz, son derece karmaşık, soyut bir tartışmaya girişiyordum. birbirimize karşı ileri sürdüğümüz argümanlar her dakika daha ustalıklı ve derin hâle geliyordu; tek tek kelimeler, hatta kelimelerdeki harfler ansızın esrarlı, ölçülemez anlamlar kazanıyordu ve kafamın içinden birbiri ardınca çirkin sofizmler çekip çıkaran ve artık çoktan tiksinti verici olmuş tartışmadan çıkmama izin vermeyen meçhul, tabiatüstü bir güç karşısında mide bulandırıcı bir dehşetin pençelerine gitgide daha derinden düşüyordum…
bu, insani ve hayvani suretlerin, en özgün biçim ve renklerden manzaraların, nesnelerin, anlamları bütün duyularla birden kavranan kelimelerin ve cümlelerin kaynayan bir girdabıydı… ama tuhaf şey, bu sırada bile yanık yeşil çerçeveli abajurdan tavana düşen aydınlık, yuvarlak halkayı görmeye devam ediyordum. ve her nasılsa, bu kenarları silik, dingin halkada, tek biçimli, esrarengiz ve uğursuz bir hayatın, benim rüyalarımın kudurgan kaosundan da korkunç ve ezici bir hayatın gizli olduğunu biliyordum.
sonra uyanıyordum; daha doğrusu uyanmıyordum da ansızın uyanık buluyordum kendimi. bilinç neredeyse eksiksiz dönüyordu bana. döşekte yattığımı, hasta olduğumu, demin hezeyan geçirdiğimi anlıyordum ama karanlık tavandaki aydınlık halka gene de gizli, meşum bir tehdit gibi aklımı karıştırıyordu. güçsüz elimle saate uzanıyordum, bakıyordum ona, bütün o sonsuz, dizi dizi, şekilsiz rüyalarımın iki, üç dakikadan fazla zaman almadığına acılı bir şaşkınlıkla emin oluyordum. “tanrım! ne zaman doğacak şafak!” diye düşünüyordum ümitsizlikle, başımı sıcak yastıklara savuruyordum ve ağır ve kısa nefesimin dudaklarımı nasıl kavurduğunu hissediyordum… sonra hafif bir uyku gene üstümden geliyordu ve beynim gene karmaşık bir kâbusun oyuncağı olup çıkıyordu ve iki dakika sonra, ölümcül bir ıstırabın pençelerinde yine uyanıyordum…
altı gün sonra güçlü yapım, kinin ve sinirotu yardımıyla hastalığı yendim. ayaklarımın üzerinde zorlukla durarak perperişan kalktım yataktan. haris bir süratle gelmişti iyileşme. altı günlük hummayla bitkin düşmüş başımda şimdi düşüncelerin yokluğunun tembelliğini ve hoşluğunu hissediyordum. i̇ştahım iki kat dönmüştü, bedenim saatten saate güçleniyordu, her bir parçasıyla emiyordu sıhhati ve yaşama sevincini. ve beni yeni bir kuvvetle ormana, yalnız ve aksak kulübeye çekiyordu. sinirlerim henüz düzelmemişti ve zihnimde olesya’nın sesini ve yüzünü çağırdığım her defasında öyle narin bir hassasiyet hissediyordum ki ağlamak geliyordu içimden.