anne dufourmantelle – yumuşaklığın gücü çeviren – Antiklopedi
çevirmen: samet yalçın, sinan oruç, kolektif kitap


eğimli arazide hafif uzamış çimenler, kış ışığında kurumuş gül ağaçları. her gün aşağı yukarı aynı saatlerde ortaya çıkan bir nar bülbülü yuvasını gül ağacına kurdu. şeylere çok fazla dikkat sarf etmemeliyiz, sadece ara sıra hayati dengesizlikleri var mı diye bakarız, sonrasında onlar yumuşakça bir sır çıkarıverirler açığa.
doğa her şeyi hafızada tutsa da yansıtmadığı her şeyin –ışığın, gecenin, soğuğun, karın– içinden geçmesine izin veren saydam, fakat yine de mutlak bir mevcudiyettir. kış sahilinin soğuk kumu, kısa keskin dalgalar; gülerek voleybol oynayan, saçları uçuşan dört kız; bütün yaşamları burada yuvalanmış, bedenlerinde toplanmış, dokunulmamış. bunu bilmeden. parmaklarının arasından kayan kum; denizin parlattığı ve yıprattığı küçük cam parçaları, onları toplayan elin dokunuşuna kayıtsız. bir önceki geceden ve eski zamanlardan kalma, hâlâ soğuk olan kum; görünüşe bakılırsa ölümden habersiz, taşların, ışığın, çocukların yavaş yavaş kaybolan seslerinin altına gömülmüş.
kar, akşam güneşiyle yumuşaklığa dönüşür.
kayısı renginde bir hırka, duyusal olanın nişanesi; çocuğun fetişizmi.
beyaz gök, hiçbir yerinde en ufak bir gölge bile yok. karda dönen açık kollar. aşağısı ya da yukarısı kalmamış artık. i̇nce, parçalı ışık kıymıkları.
bir koku, bir an. meraklı bir çocuğun aralık bıraktığı banyo dolabı. devrilmiş bir şişe. tarçın, amber ve bir başka şey; böyle bir hatıradan kimse sağ çıkmıyor. bir kokunun aniden mevcut kıldığı bütün olası hayatları düşünürsün. yuvarlak, hassas. koku şeylere çizgilerini geri verir; çünkü şeyler yalnızca bu renksiz yoğunlukla var olurlar. hepsi bir arada; bir teni, bir atmosferi anımsatan koku; hafızada bulunan ve bize ait olmadan bizde hareket eden şeyi serbest bırakan koku…
yumuşaklığın düşünceyle hayret verici bir bağlantısı vardır.
kozmonotların, kuyruklu yıldızların onunla paylaştığı bir hafiflik duygusu. yumuşaklık cildi cilt olmaktan azat eder, yankılanmaz, içine karışıp kaybolur, manzaranın çizgilerinin etrafında kıvrılıp durur; hiçbir şeyin tadını kaçırmaz, şeylere yer verir ve gölgelerin ağırlığını götürür. yumuşaklık sürgünlerin seslerinin içine gizlenir; orada geçişinin bir yankısını ve ses aralığındaki kavranamaz hafifliği bulur.
dünyayı yumuşakça tecrübe etmek, duyularımız hammışçasına.
kaygı bedene, yumuşaklık onu terk ettiğinde gelir.
yumuşaklığın eksik olduğu, umutsuzca açık, susuz göklerden konuşmalıyız. göklerle karşılaştırılabilir ruh hâllerimizden… i̇çimize sürgün edildiğimizde, hiçbir şey bize dokunmuyormuş gibi gözükürken…
yumuşaklık bir sükûnettir. fırtınanın kalbinden, fırtınanın zincirinden boşanmış kuvvetine tanıklık ederek ama kendisi bundan etkilenmeden yayılır. sükûnet en yüksek güçtür.
görünmez bir satranç tahtası üzerindeki atlar gibi i̇sa’nın doğumunu simgeleyen figürleri yerde hareket ettiren küçük kızla oynarsın. koyun, keçi, yemlik, bilge adam. bize ait bir gökyüzünde bir dolu takımyıldızı. çocukla paylaşılan bu zaman sonsuzca kıymetlidir. benliğin içinde bir düşünce ve dünya yaratır; beklentimizin bu gölgesini başka bir yere, korunaklı bir yere koyar. yumuşaklık, mavi-beyaz alçıdan güvercini tutan, onu kurdelenin (kurdele nehirdir, üzerinde seramik köprü vardır ve onun üstünde de köprüyü geçmekte olan ama hareketsiz bir kadın çoban durur) kenarına koyup çok hafif hareket ettirerek ne olacağını görmeye çalışan çocuğun el hareketidir. bu zaman, yalnızca bir arada olma zamanıdır.
hastalığın ve nekahetin yumuşaklığı, sonsuzca esneyen zamanın yumuşaklığı, ateşin getirdiği gerçek dışı hisle sınırsızlaştırılmış zamanın yumuşaklığı…
gerçekliğin çizgileri solar; benlikteki dünyanın çok hafif bir tortusu gibi saf varoluş hissi kalır bize.