faruk duman – keder atlısı – Antiklopedi
yapı, s.14-16

durgun yaz; akşamüzerleri daha bir sıcak oluyordu. öğle saatlerini balkonda kitap okuyarak geçirdim. kıpırtısız bahçe, gölgenin usul usul yer değiştirmesi. böylece muzip yaprakların, harflerin üzerinde gezinişi. kitabın seğirmesi. sonra seslerin yüzeye çıkışı. kitabın balkon masasına bırakılması, kapıya yöneliş, mutfak penceresinden apartmanın önüne bakış: mehmet gelmiş. çıkıp arabaya bindim ama huzurum kaçtı; mehmet’in yüzünde kendi kayıp ömrümü gördüm. oysa zamanında kendimi kurtardığımı düşündüğüm olmuştu. oraya, demiştim, gittiğinde gazeteler, kokularını yitirmiş oluyor. kâğıtlar yumuşamış. elbette, kurtulmanın başka kazançları da vardı; daha dinç bir görünüş, daha kıvrak bir zekâ, bilgi, ifade, olanaklar. peki, şimdi yaşadığım ne, dedim, bende olmayan ne var onda? “kimsenin bilmediği bir yol biliyorum” dedi mehmet.
“oradan gideriz, hem daha çabuk olur, hem de manzara görürsün; yol üzerinde bir de kavaklık var. ama önce içkileri alalım.”
“peki” dedim. durup birbirimize bakıyorduk. saçları dökülmüştü. yine de benimkinden iyiydi. göbeği vardı, parmakları iri, yumuşak birer boru gibiydiler. bıyıklarında aklar vardı. mehmet’ten geriye hiçbir şey kalmamıştı. belki gözleri vardı biraz, aynı ışıltıyla parıldayan. belki buydu. gözlerin ışıltıyı kaybetmesi. ben buna uğramıştım, oysa böyle bir şeyi hiç düşünmemişti.
“keyfin yerinde mi?” diye sordu.
“haberlerini alıyorum gerçi, sahi kaç yıl oldu, zaman geçiyor abicim.”
“evet,” dedim, “hem de nasıl.”
“dur bakalım,” dedi, “senin paran geçmez burada.”
“olur mu?” dedim.
“olmazsa olmasın” dedi. çıkıp içkileri arabanın bagajına yerleştirdik. şişeler birbirine çarptı. “çınlamayı duyuyor musun?” dedi. “olay, bu!”
hava kararmaya başlamıştı. konuşmuyorduk. bir ormanın içinden geçiyorduk. burası, sözünü ettiği kavaklık olmalıydı. buralarda böylesine büyük bir orman bilmiyordum.
“çok güzelmiş” dedim.
“i̇stersen biraz dur, birer sigara içelim.”
“olur,” dedi.
sigaramı söndürürken farkına vardım: yola kocaman bir sincap inmişti. yolun tam ortasında durmuş, bacaklarını birleştirmiş bize bakıyordu. her şeyi görüyordum; gerilmiş boynu inip inip kalkıyordu, bıyıkları titriyordu.
“sincaba bak,” dedim.
“hadi gidelim,” dedi.
“boş ver sincaba falan.”
arabaya bindik. mehmet motoru çalıştırdı. homurtunun yayılmasıyla birlikte sincap da önümüze düşmüş bir kılavuz gibi sırtını dönüp yürümeye başladı. “hayvan kafayı yemiş” dedi mehmet.
böylece yine derin bir uykuya dalmak istedin. oysa otobüste uyuyamıyorsun. olsun. uyuyan biri gibi görünmek de dinlendirir insanı. bunu uzun zaman önce anladın. sevdin de. biliyorsun; evde de işine yaradı bu. kimi geceleri, gözlerini yumarak geçirdin. acıyla kıvrandığın gecelerdi bunlar. acı, dışarıdaki bir şeydi, uyuduğunu anladığında, kapanıp üzerine, seni serin bir yorgan gibi sarıyordu. sen de yatağına uzanıp gözlerini kapatıyor ve onunla yüzleşmeye çalışıyordun.
buraya hiç gelmemeliydim, diye geçirdim içimden. dinlenmemeliydim hiç ya da bunu evde yapmalıydım. gözlerimde seğiren karanlığa baktım, yorganı çektim üzerime. yorulmuştum.