ingeborg bachmann – otuzuncu yaş – Antiklopedi
çevirmen: kâmuran şipal, yapı kredi yayınları, s.9-11

bir avusturya kentinde çocukluk
ekimin o güzelim günleri, radetzky caddesi’nden inerken şehir tiyatrosu’nun yanı başında güneşe karşı bir küme ağaç çıkar karşınıza. yemiş vermeyen koyu kırmızı kiraz ağaçlarının önündeki ilk ağaç güz mevsimiyle öylesine tutuşmuş yanar, öylesine iri bir altın benek oluşturur ki, meleklerden birinin elinden düşürdüğü bir meşale sanırsınız. ve yanar durur ağaç, ne güz rüzgârı, ne dona çeken hava onu bir türlü söndüremez. bu ağaç ortada dururken, kim yaprak dökümünden, kim ak ölümlerden söz açabilir bana? kim gözlerimle onu kucaklamaktan, onun dünyanın özünü oluşturduğuna ve bu saatte parıldadığı gibi ileride de hep benim için parıldayacağına inanmaktan beni alıkoyabilir? ve derken ağacın ışıltısında kent de seçilir yeniden: koyu renk kiremit perçemleriyle hastalıktan yeni kalkmış gibi sarı soluk evler ve kentin göbeğinde demir atan bir tekneyi bazen gölden alarak sularında taşıyıp getiren bir kanal. sağladıkları çabukluktan ötürü taşıma işinde tren ve kamyonların kullanılmasından beri ölü bir hava esmektedir limanda; ama çiçeklerle yemişler eskisi gibi yüksek rıhtımdan kirli sulara düşer, karlar dallardan dökülür, karlar eriyince sular gürül gürül yukarılardan akar, derken bir kez daha kabarmak ister kanal, bir dalgayı tutup kaldırır, dalgayla bir tekne kalkar, bizim gelişimizde çekilmiştir alacalı yelkeni. kentin fazla çekici yanı bulunmadığından, başka kentlerden buraya göçenler seyrek olmuştur; toprakları kendilerine zamanla ufak gelen aileler köylerden inmiş, her taraftan daha ucuz kenar mahallelerde bir çatı altı bulup başlarını sokmaya bakmışlardır. yerleştikleri yeni yerlerde tarlalar, taş ocakları, büyük sebze bahçeleri de vardır; arsalar vardır, kentin yoksulluk içinde yüzen sakinleri nafakaları olan pancar, lahana ve fasulye gibi ürünleri yıllar yılı ekip biçmişlerdir burada. kollarını sıvayıp kendilerine kiler kazmışlar, temel suları içinde dikilmiş, baharla güz arası kısa süreli akşam vakitlerinde uğraşıp didinerek evlerinin çatı kirişlerini kendileri hazırlamışlardır. ölmeden evinin çatısını çatıp da dostlarına bir ziyafet çekenleri çıkmış mıdır içlerinde, tanrı bilir.
ama ev falan düşündükleri olmamıştır çocukların, çünkü çingeneler gelip kısa bir süre gömütlükle havaalanı arasındaki sahipsiz araziye konduklarında, bir başka dil konuşup patates közlemesi yapmak için ateşler yaktıklarında, çocuklar uzakların kararsız kokularıyla erkenden tanışmışlardır.
geçit sokağı’ndaki büyük kira evinde çocuklar oyun oynamak istediler mi, ayakkabılarını çıkarıp çorapla oynarlar, çünkü hemen altlarında ev sahibi oturur. fısıldayarak konuşmalarına izin vardır ancak ve fısıldayarak konuşma yaşam boyu artık yakalarını kurtaramayacakları bir alışkanlığa dönüşür. okula gittiklerinde bağırır öğretmenleri: dayak mı istiyorsunuz ağzınızı açmak için. dayak mı... seslerini çıkarsalar paylanırlar, çıkarmasalar paylanırlar, ara yere, sus pus, davranışlarını yerleştirmeye çalışır çocuklar. bir oyun vardır da haydutlar bu oyunda oradan geçtikleri için geçit sokağı denmemiştir sokağa. ama çocuklar hayli bir süre öyle sanmışlardır. ne zaman ki bacakları güçlenip kuvvetlenmiş, uzaklara açılabilmişler, o zaman geçidi görmüş, viyana’ya giden trenin geçtiği küçük altgeçidi görmüşlerdir. havaalanına varmak isteyen meraklılar altgeçitten geçmiş, kırlara dalarak güzsü işlemeler içinden vurup gitmişlerdir. kim akıl ettiyse, biri çıkıp havaalanı gömütlüğün yanı başına yapılsın istemiştir, k. kentinde oturanlar da bunu kısa süreli eğitim uçuşları sırasında düşüp ölen acemi pilotların gömülmesi bakımından uygun görmüşlerdir. ama pilotlardan, kimsenin hatırı için uçağı düşen olmamıştır. çocuklar: uçak! uçak! diye bağrışmıştır hep. uçak gördüklerinde sanki tutacakmış gibi ellerini uzatmış, hayvan başlarıyla çeşitli kurtçuklar arasında dolaşan pilotların ardı sıra bakarken hayvanat bahçesini andıran bulutlara dalıp gitmişlerdir.
çocuklar çikolatalardan yaldızlı kâğıtları çıkarıp ağızlarına tutmuş, “maria saal’ın çanları” melodisini çalmışlardır. okulda bir doktor hanım bit var mı diye başlarına bakmıştır. saatin kaçı vurduğundan hiç haberleri olmamıştır, çünkü büyük kilisenin saati durmuştur. okuldan da her vakit eve geç dönmüşlerdir. ah bu çocuklar!