virginia woolf – pazartesi ya da salı – Antiklopedi
çevirmen: alev bulut, notos kitap, s.11-14

perili ev
ne zaman uyansanız kapanan bir kapı duyardınız. el ele odadan odaya dolaşan, şurayı kaldırıp burayı açan, bir şey arayan –hayalet bir çift.
“burada bırakmıştık,” dedi kadın. erkek ekledi, “evet ama burada da,”
“yukarıda,” diye mırıldandı kadın. “ve bahçede,” diye fısıldadı erkek. “yavaş,” dediler, “yoksa uyandıracağız.”
oysa uyandırdığınız filan yoktu. kesinlikle. “onu arıyorlar; perdeyi çekiyorlar,” deyip bir iki sayfa daha okunabilirdi. “i̇şte buldular,” denebilirdi emin, kalemi satır bitimine dayayıp. sonra okumaktan yorulunca insan kalkıp gözleriyle görebilirdi, bomboş evi, açık kapıları, keyifle uğurdayan güvercinleri ve çiftlikten gelen harman dövme makinesinin uğultusu dışındaki sessizliği. “peki, ben buraya niçin girmiştim? ne bulmak istiyordum?” ellerim boştu. “belki de yukarıdadır?” elmalar tavan arasındaydı. ve tekrar aşağıya; bahçe her zamanki sessizliğinde, yalnızca kitap çimenlerin üzerine düşmüş.
ama oturma odasında bulmuşlardı onu. kimse görmemişti doğal olarak. camlardan elmalar, güller yansıyordu; bütün yapraklar yeşil görünüyordu camda. oturma odasında dolanırlarken elma yalnızca sarı yüzünü gösteriyordu. bir an sonra, kapı açılsa, yerlere saçılmış, duvarlarda asılı oluyor, tavandan sarkıyordu –ne? ellerim boştu. halıdan bir ardıç gölgesi süzüldü, güvercin uğurtusunu sessizliğin en derin kuyularından geçip çıkardı. “tamam, tamam, tamam,” diye atıyordu evin yüreği usul usul. “gömü saklı; odada…” yürek soluk soluğa duruyordu. yoksa, gömü bu muydu?
bir an içinde ışık soluklaşmıştı. öyleyse dışarıda, bahçede mi? ağaçtan güneşin kol gezen ışınlarını gölgeliyordu. öylesi güzel, öylesi eşsiz ve dingin derinlere gömülmüş, aradığım ışık aslında hep camın ardında yanıyormuş. ölüm camdı; ölüm aramızdaydı; önce kadına gelmiş, yüzlerce yıl önce bütün pencereleri sürgüleyerek evden ayrılmış; odalar karanlıkta kalmıştı. erkek evi terk etti, kadını da, kuzeye gitti, doğuya gitti, güney semalarında yıldızları izledi; evi aradı, onu yamacın dibine atılmış buldu. “tamam, tamam, tamam,” diye atıyordu evin yüreği coşkuyla. “gömü sizin.”
rüzgâr sokakları dövüyor. ağaçlar bir o yana bir bu yana yatıyor. ay ışığı yağmurda rastgele dökülüp saçılıyor. ama lambanın ışığı tam pencereden geliyor. mum sessiz sessiz yanıyor. hayalet çift evin her köşesinde dolanıp camları aralıyor, bizi uyandırmamak için fısıldaşarak mutlu günleri arıyor.
“burada yatardık,” diyor kadın. “sayısız öpüşlerle,” diye ekliyor erkek. “sabah uyanınca-”, “ağaçların arasındaki gümüş-”, “yukarıda-”, “bahçede-”, “yaz gelince-”, “kışın karda-” uzakta kapılar bir yüreğin atışı gibi hafifçe çarpılarak kapanıyor.
yaklaşıyorlar, kapının eşiğinde duruyorlar. rüzgâr esiyor, yağmur camdan gümüş damlalarını süzüyor. gözlerimiz kararıyor, yanımızda ne adım sesleri duyuyoruz ne de hayali pelerinini savuran soylu kadını görüyoruz. erkek, ellerini fener ışığına siper ediyor: “bak,” diyor soluk soluğa. “derin uykudalar. dudaklarında sevgi-”
durup gümüş lambalarını üzerimize tutarak uzun uzun bakıyorlar bize. öyle bir süre kalıyorlar. rüzgâr yine geziniyor; alev cılız, titrek. ay ışığının inatçı demetleri yeri, duvarı geçiyor ve donuk yüzleri; düşünceli yüzleri; uyuyanları gözleyen, onların gizli mutluluğunu arayan yüzleri bulup gölgeliyor.
“tamam, tamam, tamam,” diye atıyor evin yüreği gururla. “yıllar sonra –“ diye iç geçiriyor erkek. “yine buldun beni.”
“burada,” diye mırıldanıyor kadın, “uyurken; bahçede okurken, kahkahalar atar, tavan arasında elmalarla oynarken. gömümüzü buralarda bırakmışız.” yaydıkları ışıktan gözkapaklarım aralanıyor. “tamam! tamam! tamam!” diye atıyor evin yüreği hızla. haykırarak uyanıyorum.
“deme buymuş gömünüz? yürekteki bu ışık.”