william gay – ebedi ev – Antiklopedi
çevirmen: seda çıngay mellor, holden kitap, s.9-14

thomas hovington arka avlusunu yürüyerek geçtiği sırada bir ses duydu, taşıdığı yem torbasını yere atıp büyülenmiş gibi kalakaldı. yeryüzünün bağırsaklarından, ayaklarının altında bir yerlerden geliyormuşa benzeyen ilginç bir sesti, dişlerinde hissettiği ve arkasındaki pencerelerin verniksiz camlarını zangırdattığını duyduğu boğuk bir gümbürtüydü. hovington hareketsiz dururken ses yine geldi, akarsu kolunun altında bir yerden geliyordu, toprağın içindeki bölmeli koridorlarda kocaman yuvarlak taşlar yuvarlanıyordu ya da dünyanın içindeki boşluklarda şiddetli bir fırtına kopuyor, şimşekler görünmeyen, koyu renkli, yana yatık ve rutubetli gömütleri aydınlatıyor, dünyanın yüzeyi gök gürültüsünün yankılarıyla titreşiyordu.
hovington verandanın kenarına dönüp tereddütle oturdu ve onca zamandır sıradan kabul ettiği sert toprağa baktı. o sıralarda yirmili yaşlarındaydı, henüz beli bükülmemişti. daha kısa bir süre önce kaçak içki işine başlamıştı, o yüzden çocukluğundan kalma müphem birtakım dinsel hatıralar ona sıkıntı veriyor, ilahi cezaya dair emareler aramasına yol açıyordu. bir işaret olabilirdi bu. bir ikaz.
öyleyse, bu söz konusu uyarı hiçbir yanlış anlaşılmaya mahal bırakmak istemiyordu. bir daha duyulduğunda sanki bir kamyon dolusu dinamit patlamış gibi ses çıktı, akarsu neredeyse anında kabardı, hava suyla ve uçuşan taşlarla doldu. “tanrı’nın laneti,” diye bağırdı hovington. kollarını başının üstüne kaldırdı, taşlar gitgide artan şakırtılarla çatıya düşer, derenin dibinden hakiki bir kireç tabakası yekpare bir levha halinde yükselip yarım otomobil büyüklüğündeki taş parçaları halinde batarken, o da çılgınca hoplayıp zıpladı. bir su sütunu havaya fışkırdı.
hovington, savunmasında gedik bırakmamak için umutsuzca bir çabayla kâh dua edip kâh küfürler yağdırarak verandada büzüldü kaldı. bir kaya tozu bulutu kayıp yer değiştirdi, suların içinde dağıldı, bahar deresi gözle görülür biçimde derinleşmişti. bir süre sonra sular yeniden alçalmaya başladı ve ortalık büyük bir sessizliğe gömüldü.
hovington cesaretini yeteri kadar toplayınca taşların arasından süzülerek dereye gitti. evinden elli metre kadar ötede toprak yarılıp bir uçtan diğerine iki buçuk, üç metre genişliğinde bir baca halinde açılmıştı. tozlaşmış taşlardan bir pus hâlâ havada salınıyordu.
hovington barutumsu bir şeyin kokusunu alabiliyordu. kükürt, dedi nefes nefese. çukurun yanlarından içeri baktı. pürüzsüz taşlar baş döndürücü bir şekilde ta derinlere dek uzanıyordu, karanlıktan başka bir şey yoktu aşağıda. hovington çukura bir taş attı, taşın açıklığın kenarlarından seke seke zifiri karanlığa indiğini duydu ama dibe çarptığını duyamadı.
kestane ağacından kazıklar kesti, deliğin etrafında bir buçuk metre yüksekliğinde bir çit kurdu. önceleri bacadan hiç ses gelmiyordu ama hovington birkaç gün sonra toprağın ta derinliklerinden bir mırıltı geldiğini duymaya başladı: duyabilmek için iyice kulak kabartmak gerekiyordu ama uzaklardan belirsiz bir ses geldiğine kuşku yoktu. kimileri sesi bir arı oğulunun vızıltısına benzetti, diğerleri sadece yeraltı sularının sesidir diye fikir yürüttü. hovington onlara insan sesi diyordu. kötü şeyler olacağına dair bezgin bir önseziyle hovington’la konuşuyorlardı ve adam yeteri kadar dinlediğinde sesi farklı tonlara ayırabiliyordu, puan ve kontrpuan, soru ve cevap. bu ilginç insanların neler hakkında konuştuğunu, kendilerini hangi dille ifade ettiklerini merak ediyordu.
nathan winer vilayetin yerlisiydi, mesleği marangozluktu, ek iş olarak da biraz çiftçilikle uğraşıyordu. bir karısı, kendisi gibi nathan ismini taşıyan ve şimdiden ona çok benzeyen yedi yaşında bir oğlu vardı.
“hayatını kimsenin işine burnunu sokmadan yaşa, o zaman başka kimse de senin işine burnunu sokmaz,” derdi hep oğlana.
ama başkasının işine burunu sokmama düsturuna rağmen 1932 baharında dallas hardin’i bulmak için hovington’ın evine gitmek zorunda kaldı; milletin anlattığına bakılırsa dallas hardin denen bu adam hovington’ın evine taşınmış, kaçak içki işine ve yine anlatılanlara göre hovington’ın karısı pearl’e çökmüştü.
hovington’ın sağlığı son bir yılda öyle kötüleşmişti ki adam yatalaktı artık. omurgası, ulu tanrı’nın dövülebilir bir sıcaklığa gelene dek kızdırdığı, sonra ellerine alıp gönlüne göre büktüğü bir maden parçası gibi çarpıktı. kendi başına bir yandan diğerine bile dönemiyordu. onu öldürecek olan hastalık çoktan içinde yuvalanmıştı. gündüzleri, avlunun ötesindeki yoldan gelip geçenleri görebileceği pencerenin yanında kıvrılıp yatıyordu. geceleriyse camda lambanın ışığıyla yansıyan kendi görüntüsünü ve fondaki kasvetli odayı görebiliyordu.
evin dört odası vardı. hovington’ın uyuduğu (daha doğrusu yaşadığı), siyah saçlı kızınınsa gündüzleri kanepe vazifesi gören katlanır bir ordu yatağında yattığı uzun ön oda. bir mutfak. hardin’le hovington’ın karısı pearl’ün uyuduğu yatak odası. ivır zıvırın durduğu ve hardin’in stokladığı bira kasalarıyla şaraplar için mahzen olarak kullanılan bir oda.
hardin tam kapı hafifçe vurulduğu sırada elinde bir gaz lambasıyla mutfaktan çıktı. lambayı dikiş makinesinin dolabının üstüne koyup kapıyı hafifçe araladı. yağmurlu gecenin rüzgârı alevi titretti, ışık lambanın camının içinde küçülüp dalgalandı, sonra düzeldi.
“seninle konuşmam lazım hardin,” dedi winer. gaz lambasının ışığı altın kaplama iki dişin üstünde pırıldadı.
“o zaman yağmurda durma, içeri gel.”
“dışarıda konuşmak istiyorum.”
hardin kapının yanındaki çividen şapkasını aldı, çamurlu avluya çıkıp kapıyı arkasından kapattı. yağmurun altında ceketsiz bir halde durdu.
“neymiş o illa yağmurun altında söylenmesi gereken şey?” diye sordu.
“sana bir diyeceğim var,” dedi winer. ayaklarını birbirinden iyice ayırmış duruyordu, elleri paltosunun ceplerinin derinliklerine sokulmuş, başı biraz geriye eğilmişti, mahvolmuş şapkanın altında yüzü sert ve küstahtı.
“viskinin hâlâ benim arazimde olduğunu fark ettim, onu söylemeye geldim. bak, istersen götünden damlayana kadar viski yap, umurumda bile değil ama benim arazimde yapma. aynasızlar o imalathaneyi bulursa benim gırtlağıma çökerler, senin değil.”
“ben de öyle olacağını düşünmüştüm zaten,” dedi hardin.
“yıktın mı?”
“hem de nasıl, yerle bir ettim. viskiyi de döktüm.”
“bak hele, onu yapmayaydın.”
“niyeymiş allah’ın belası herif? ağzına sıçtığımın fıçısı o kadar ağır olmasaydı getirir ön bahçene atardım. kim olduğunu da nereden geldiğini de bilmiyorum. burada hovington’ın sırtından ne işler çevirdiğini de bilmiyorum. ama sana şu kadarını söyleyeyim. bana bulaşma. o meredi yine arazimde bulacak olursam, seninle külahları değişiriz.”
hardin’in yüzü, cildi birdenbire gerilmiş gibi göründü. “yarıcılık yapan bir hödükten hayatımda emir almış değilim, artık buna başlayamayacak kadar da yaşlandım.”
winer, hardin’i gömleğinin önünden yakaladığı gibi salladı, onra sert bir şamar indirdi, ondan sonra da sırtüstü çamura devirdi. hardin düşerken sarhoş bir kuşa benzemişti, bacakları ağırlığını taşımayacak kadar inceymiş gibi çarpılmıştı. oturdu, tabancasını çıkarmaya çabaladı. winer onun ne yapmaya çalıştığını görüp hızla üstüne gitti, bıçağını çıkarmıştı, sol eli sustanın düğmesindeydi, hardin tam o sırada onu sol gözünden vurdu. winer, birden kesilen bir ipin ucundan sarkan bir şeymiş gibi dümdüz öne doğru düştü, hardin’in vücudunun üstüne yığıldı, hardin’i bir an için yattığı yere mıhlayan kurşun gibi bir ağırlıktı. hardin küfürler yağdırarak onu itti, winer’ın kanının yan tarafından akıp giysilerinin içine sızdığını hissedebiliyordu. çırpınarak vücudun altından çıktı, ayağa kalkarken kanlı gömleğini yırtarak çıkardı.
yağmura doğru eğilerek durdu, elleri dizlerindeydi, vücudunun yan tarafları körük gibi inip kalkıyordu. kapı aralandı, sarı ışık avluya döküldü, o ışıkta yağmur dikine ve gümüş rengi yağdı.
“dallas?” dedi pearl.
hardin yağmurun tenekeyi dövdüğünü duyuyordu. bıçak yarı açık halde ayaklarının dibinde, çamurda yatıyordu. “kapat şu kapıyı ulan,” dedi. işık kayboldu. hardin bıçağı yerden aldı, pantolonuna sildi. kapatıp cebine attı, doğruldu, ne yapacağını düşünmeye çalıştı.
ağlayan göklerden soluk bir ışık. bu ışıkta winer’ın yukarı dönük yüzü, sağ gözü hiç kırpışmadan dimdik yukarı bakıyor, soluysa kara bir delik, uzun saçları yere yayılmış çamurda kayıyor, başı kaygan avluda kamçı izine benzeyen izler bırakıyor. ağzı hafifçe aralık, altın dişlerden bir parça ışıltı yayılıyor.
hardin onu ayaklarından yakaladı, bir bacağını bir kolunun, diğerini de öbürünün altına sıkıştırıp avluda geri geri dereye doğru yürüdü. winer iriyarı bir adamdı, hardin birkaç dakikada bir durup dinlenmek, nefesini toparlamak zorunda kalıyordu. ölü adamın ayaklarının üstüne doğru çömelerek dinleniyor, araba farı var mı diye yolu gözlüyordu. sonra doğrulup bacakları yeniden yükleniyordu, çalılıkların arasında görünmez olana dek acele etti, orada biraz daha kolay nefes alabiliyordu artık. çukurun kireçtaşı ağzına varana dek epey zorlu bir yürüyüş oldu, hardin orada daha hızlı hareket etmeye başladı, winer’ın başı eğri büğrü taş zeminde biraz sallandı. hardin onu hanımellerinin arasından çukurun ağzına dek sürükledi, sonra durup ceplerini karıştırdı, bulduğu üç beş parça zavallı öteberiyi kendi cebine attı. üstüne iplikler yapışmış bir avuç bozuk para, hiçbir tik tak sesi duyulmayan ucuz bir cep saati. o kadar uzun bir yaşama rağmen winer’ın elinde avucunda pek bir şey yokmuş gibi geldi ona.
“bu dünyaya son bir kere bak,” dedi winer’a. “öbür taraf pek karanlık görünüyor.”
boşluğun derinliği karanlıktan bile fazla gibiydi. sanki zifiri karanlık dünyaya açılan bir çukurdu ve bu dünyayı da sarmak için siyahlığını dışarı sızdırıyordu. hardin çizmeli ayağıyla cesedi yuvarladı, bacaklar uçurumdan aşağı sallanıyordu şimdi, gövde dikmiş gibi bir yanılsama yaratarak kıyıda dengede durdu, şaşkın yüz vahşi ve iktidarsız bir bakışla dik dik hardin’e baktı, sonra gözden kayboldu.